Aslında şiddet denince haklı olarak aklımıza hep fiziksel şiddet gelmekte. Bunun yanında kadınlar olarak psikolojik şiddete de maruz kalıyoruz. Kadınlar olarak bu şiddet tipini nasıl fark edip karşı çıkabiliriz?
Sizin de vurguladığınız gibi “şiddet” deyince çoğu insanın aklına çoğunlukla fiziksel şiddet gelse de aslında şiddet temel olarak fiziksel, cinsel ve duygusal olmak üzere üç temel gruba ayrılıyor. Psikolojik şiddete duygusal şiddet veya duygusal istismar da diyoruz. Genel olarak bir kişinin üzerinde psikolojik bir baskı kurmak için yapılan bir istismar veya şiddet türüdür. Kişiyi aşağılamak, eleştirmek, yalnızlaştırmak, dışlamak, manipüle etmek, etki altında bırakmak, korkutmak, tehdit etmek, sindirmek, özgüvenini azaltacak bir muamele yapmak gibi şiddet davranışlarını içerir. Elbette ki psikolojik şiddetin insan ruhu üzerinde açtığı yara diğer şiddet türleriyle benzer niteliktedir.
Şiddet, toplumun her bireyini etkileyebilse de bildiğiniz gibi en çok kadınları, çocukları ve dezavantajlı bireyler hedef alıyor. Kadınların cinsiyetleri nedeniyle karşılaştıkları psikolojik şiddeti iki temel gruba ayırabiliriz: cinsiyetçi şiddet ve toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle gördükleri şiddet.
Bir kişinin cinsiyeti nedeniyle gördüğü şiddete “cinsiyetçi şiddet” diyoruz. Kadınların sırf kadın oldukları için cinsiyetçi psikolojik şiddete erkeklerden daha fazla maruz kaldıklarını biliyoruz. Kadınlığa yakıştırılan birtakım önyargılarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu önyargılar özellikle iş yaşamlarında ortaya çıkıyor. Örneğin; “Yönetici olan kadınlar dişiliklerini kaybeder, erkeksileşirler”, “Kadınlar hem evi hem işi yürütemezler, mutlaka bocalarlar”, “Başarılı kadınlar özel hayatlarında mutsuzdurlar” gibi cinsiyetçi önyargılara maruz kalabiliyorlar. Bu gibi önyargılar kadınların iş hayatında belirli yerlere gelmek için erkeklere göre daha fazla mücadele vermelerine, mobbinge uğramalarına neden olabiliyor. Ayrıca kadınların güvencesiz ve düşük maaşlı işlerde erkeklerden daha fazla çalıştırıldığını da biliyoruz. Bu durum da kişiyi aşağılamanın, küçümsemenin bir yoludur ve dolayısıyla aslında psikolojik şiddet tanımına uymaktadır.
Kadınların günlük hayatta sıklıkla karşılaştıkları bir diğer psikolojik şiddet türü toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle ortaya çıkar. Geleneksel ve ataerkil bakış açılarına göre cinsiyet rol beklentisi kadınlar için evinin kadını ve anne olmaktır. Bu beklenti özellikle çalışan kadınların sırtına büyük bir yük bindirir. Kadın bir yandan profesyonel hayatın gerekliliklerini karşılamaya, bir yandan da evin düzenini sağlamaya ve annelik rolünün hakkını vermeye çalışmaktadır. Bu durum kadının iki hayat arasında bölünmüşlükler yaşamasına, zaman zaman da sıkışmasına neden olur. Eğer yaşadığı ve çalıştığı çevrede ataerkil geleneksel bakış açısına sahip insanlar varsa bu bölünmüşlük ve sıkışmışlık artar. İşyerindeki patronun cinsiyetçi söylemleri, evdeki eşin evin işini ihmal ettiğine dair eleştirileri ve küçümsemeleri bu psikolojik şiddete örnektir. Hatırlarsanız geçtiğimiz günlerde tanınmış bir kadın akademisyen bir televizyon programı için yapılan röportajında “Kadınları daha az işe almayı tercih etmişimdir. Gençtir, evlenirler ve siz onları birdenbire kaybedersiniz. O tempoda, o disiplinde çalışmamaya başlar, ne pişireceğini düşünmeye başlar. Bunlar kötü şeyler tabi ki” diye talihsiz bir açıklamada bulundu. Bu açıklama bile bizlere kadınlara yönelik geleneksel cinsiyet rol beklentisinin en yüksek eğitimli kadınların zihniyetinde bile halen devam ettiğini göstermiştir.
Kadınlar, özellikle aile içinde yaşadıkları şiddet eylemlerini “hak ettiğini” kendilerine söylüyorlar. Sizce bunun sebebi ne?
Kadınlara yönelik cinsel, fiziksel ve duygusal şiddete yönelik yapılan araştırmaların çoğu failin bir yabancıdan çok tanıdık, arkadaş, sevgili, eş ve aile üyesi olduğunu göstermektedir. Bu tarz yakın ilişkilerde yaşanan şiddet eylemlerine daha yakından baktığımızda failin genellikle bu ilişkide bir açıdan gücü veya iktidarı elinde tutan kişi olduğunu görüyoruz. Yani fail maruz kalan üzerinde bir güce sahiptir. Bu güç aile içi şiddete açısından baktığımızda çoğunlukla erkeklerin kadınlara yönelik şiddet uyguladığını da göz önüne alırsak fiziksel bir güç olabilir. Ama fiziksel güçten daha öte, failin maruz kalan üzerinde kurduğu güç daha çok psikolojik bir baskıdır ve psikolojik şiddetten kaynaklanır. Fail bu psikolojik şiddeti uygulayarak aslında maruz kalanı bir şekilde bu şiddeti “hak ettiğine” inandırmıştır. Biliyorsunuz günümüzde bu inandırma süreci için “gas-lighting” denen terim kullanılıyor. Fail uzunca bir süre maruz kalanı eleştirerek, aşağılayarak, sindirerek, korkutarak, tehdit ederek maruz kalanın özgüveninde bir azalmaya neden olur. Bu nedenle maruz kalan bir süre sonra bütün bu yaşanan travmanın aslında kendi suçu, ihmali, sakarlığı, beceriksizliği gibi meselelerden kaynaklanan haklı bir eleştiri olduğu yanılgısına düşmeye başlar. Bu yanılgı tahmin edebileceğiniz gibi failin maruz kalan üzerinde daha da aşırı bir güç ve baskı uygulamaya başlamasına, dolayısıyla maruz kalanın daha da travmatize olmasına, özgüvenin daha da azalmasına kısacası travmanın tekrar tekrar yaşanması kısır döngüsüne neden olur.
Kadınların üzerindeki sosyal baskı (toplumsal cinsiyet roller, güzellik algısı vb.) ne gibi psikolojik rahatsızlıkların oluşmasında önemli rol oynuyor ve ne derece bir etkiye sahip?
Günümüzde genel toplumda en yaygın olarak görülen psikiyatrik bozukluklar içerisinde olan depresyon ve kaygı bozuklukları kadınlarda erkeklerden daha sık görülür. Bunun elbette ki cinsiyetler arası hormonal ve nörobiyolojik farklılıklardan kaynaklandığı düşünülebilir. Fakat bu ayrımda cinsiyetler arası sosyal etken farklılıkları da rol oynamaktadır. Cinsiyet rol beklentilerinin farklı oluşu kadın ve erkeklerin maruz kaldığı toplumsal ve psikolojik baskı ve zorlanmamalarının da farklı olmasına neden olmaktadır. Kadınlar için düşünecek olursak; geleneksel ve ataerkil toplumsal cinsiyet rol beklentisi ile günümüzün toplumsal ve ekonomik gerçekleri çelişmektedir. Günümüzün ekonomik koşullarında artık birçok ailede erkeğin dışında kadınların da evin ekonomisine katkıda bulunmaları gerekmektedir. Kadınların bir 100 yıl öncesindeki hemcinslerine oranla daha yüksek eğitimli olduklarını, dolayısıyla eve ekmek getiren rolünü erkeklerle daha fazla paylaştıklarını söyleyebiliriz. Bu durum, az önce bahsettiğim gibi kadınların ev düzenini kuran ve çocuklara bakım veren şeklindeki geleneksel cinsiyet rolleri ile ev ekonomisine katkıda bulunan şeklindeki yeni rolleri arasında sıkışmalarına ve bölünmelerine neden oluyor. Üstelik el attıkları hemen her işte mükemmeli yakalamak isteyen çağımızın Amazon kadınları, bir süre sonra bu yüklerin ağırlığında yorulup tükenebiliyorlar. Bu durum zamanla depresyon veya kaygı bozuklukları gibi tedavi gerektirecek düzeyde bir psikiyatrik hastalığın ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Az gelişmiş toplumlarda kadınların sağlık hizmetlerine ulaşımının kısıtlı olduğunu da düşünürsek, birçok kadın maalesef tedavisiz kalabiliyor.
Çağımızın kadınları için bir tehlike oluşturduğunu söyleyebileceğimiz bir diğer konu ise güzellik algısı. “Zayıflık= güzelliktir” şeklinde bizlere dayatılmaya çalışılan bir algı var. Birçok kadın bu algının yarattığı baskı nedeniyle süreğen bir kilo verme çabası içine giriyor. Bu amaca ulaşmak için de sürekli sağlıksız diyetler, neredeyse işkenceye dönüşen egzersizler yapıyor. Üstelik bu zorlu çaba son 40 yılda özellikle kadınlarda neredeyse bir salgın hızıyla artmakta olan ciddi bir psikiyatrik bozukluğa dönüşebiliyor: yeme bozuklukları. Masum bir kilo verme isteği ölümcül bir psikiyatrik hastalığa yol açabilir. Yeme bozuklukları kadınlarda erkeklere oranla 10 kat daha fazla görülür. Bunun nedeni kadınlar üzerinde “zayıflık=güzelliktir” dayatılmasının erkeklere göre daha fazla olması. Peki bu algı nasıl ortaya çıktı dersiniz? Bundan yüzyıllar önce zayıflık bu kadar idealize edilen bir görüntü değildi. Rönesans dönemlerinde yapılmış olan tabloları düşünün. Çoğunlukla balık etli kadınlar resmedilmiştir. Fakat özellikle 1980’li yıllardan itibaren zayıf kadın bedeninin özellikle medya tarafından vurgulandığını ve özendirildiğini görmekteyiz. Üstelik bu zayıf ve fit bir görünüm ideal beden görüntüsü olarak sunulurken, bir yandan da sanayi devrimi gerçekleşmişti ve marketlerde, restoran zincirlerinde tüketicilerin zevkine sunulan yiyecek miktarı ve çeşidinde hızlı bir artış oldu. Dolayısıyla kadınları beden görünümleri açısından her zamankinden daha zorlu bir sınav bekler oldu: Giderek çeşitlenen ve lezzetlenen bu besin zenginliği karşısında her zamankinden daha zayıf ve fit bir vücuda sahip olma zorunluluğu. Peki bu durum kimlerin işine yaradı? Elbette ki birçok sektör kadınların bu dilemmasından para kazandı. Bunlar içerisinde diyet ve egzersizle ilişkili ürünleri pazarlayan sektörler, moda sektörü, estetik ve kozmetik ürünleri pazarlayanlar ilk başta sayılabilir. Bu tarz sektörler için kadınların bedenlerini beğenmemeleri, onu değiştirmek için sürekli bir çaba içerisine girmeleri elbette ki bir kazanç kaynağı haline dönüştü. Zamanla sosyal medyanın da işin içine girmesiyle bu çılgınlık beden aşağılamaya (body shaming) kadar gitti. Sadece Twitter’da günde yaklaşık beş yüz bin saldırgan cinsiyetçi mesaj yayınlandığı bildirilmiş. Üstelik maalesef bu beden aşağılama sosyal medya ile sınırlı kalmıyor. Sosyal medyanın verdiği bu cesaretle insanlar günlük hayatlarında en yakınlarındaki kişilerin bedeniyle ilgili de atıp tutmaya başlıyorlar. Bir annenin kızına söylediği “Böyle gidersen ileride hiçbir erkek seni beğenmez” lafı veya bir arkadaşın diğerine “Ya senin göbek iyice çıktı, bir toparlansan iyi olur” gibi sözleri de bu beden aşağılamasının örnekleri. İşin kötüsü bu kadınlara dayatılan ideal görünüm tanımını ve yapılan beden aşağılamalarını o kadar içselleştirmişiz ki, bunları sorgulamak bile aklımıza gelmiyor.
Örf, adet ve geleneklerden kaynaklanarak kadınların bilinçaltına yerleşen ezilmişliklerini görev olarak görmesini nasıl engelleyebiliriz?
Az önce de konuştuğumuz gibi kadınlar cinsiyetçi yaklaşımlar, geleneksel cinsiyet rol beklentileri, rol çatışmaları ve bölünmüşlükleri, birçok sektörün kadın bedeni üzerinden kazanç sağlamak için topluma ezberletmek istedikleri yanlış algılar, medyanın bu alandaki saldırgan tutumu gibi birçok nedenden dolayı psikolojik bir şiddete maruz kalıyorlar. Bu şiddetten kurtulmak için kadınların önünde iki seçenek var gibi görünüyor. Birincisi kimin bu şiddeti ne için uyguladığı konusunda bilinçlenmek ve bu tuzaklara düşmemek. İkincisi kendisini ve diğer kadınları bu şiddetten korumanın yollarını bulmak. Örneğin az önce konuştuğumuz kadınlara dayatılan “zayıflık=güzelliktir” ezberini nasıl bozacağımızdan bahsedelim. Neyse ki dünya son yıllarda bu konuda uyanmaya başladı ve zayıflığı özendirmeye çalışanlara karşıt bir tutum ve tavır gelişmeye başladı. Bazı dünyaca ünlü moda markaları klasik güzellik anlayışından uzak görünüşlere sahip mankenleri kullanır hale geldiler. Çocukluğumuzun temel oyuncaklarından biri olan Barbie bebeklerini üreten firma, standart güzellik ölçülerinin dışına çıkan daha kilolu ve kısa bebekler tasarlamaya başladı. Beden aşağılamaya karşıt bir akım olarak beden olumlama hareketi (body positive movement) başlatıldı. Bu hareket insanların bedenleriyle barışık olmasına dayanan, medya ve moda endüstrisinin gerçekçi olmayan güzellik standartlarından arındırılmış, tüm beden tiplerini görünür kılmaya dayanan yeni bir kültürel zemin yaratmaya çalışıyor. Bizler de kadını bedene indirgeyen ve kendi belirlediği güzellik normlarını yaratan bu ideolojiyi görerek bu oyunun dışına çıkıp bu değişime katkıda bulunabiliriz. Bu ideolojiyi sürdüren markalarının ürünlerini almamak, sosyal medya aracılığıyla bu ideolojiyi destekleyenlerin zorbalığına tepki göstermek bu katkının örnekleridir. Maalesef bazen çevremizdeki en yakın kişilerden de beden aşağılama söylemlerine maruz kalabiliyoruz. Bu sosyal baskıyı gidermek için mücadele etmek çözüm yollarından biri olabilir. Yani çevremizdeki insanları bu konuda eğitmeye çalışabiliriz. Fakat bazen bu çaba deveye hendek atlatmaya çalışmak gibi olabilir. O nedenle bir diğer çözüm yolu bu sosyal baskıya karşı direncimizi arttırmaktır. Bu baskılara eleştirel gözle bakmaya başlayıp, kendi içimizde dalga geçebiliriz. Kadınlara yönelik psikolojik şiddetle mücadele etmenin bir diğer yolu ise kendini ve diğer kadınları bu şiddetten korumanın yollarını bulmaktır. Şiddetin önemli bir özelliği kişiyi yalnızlaştırmasıdır. Travma kişinin kendisine, diğerlerine ve dünyaya karşı güven duygusunda belirgin bir azalmaya neden olur. Bu nedenle travmaya maruz kalan kişiler kendilerini sosyal olarak izole etme eğilimine girerler. Oysa travmadan iyileşme sürecinde sosyal desteğin rolü büyüktür. Bu sosyal destek; hem kişinin hayatında hali hazırda bulunan eş, dostlar, aile üyeleri gibi kişilerden gelebilir, hem de sivil toplum örgütleri bu alanda kişiye önemli bir sosyal destek sağlayabilir. Maruz kalanın travmanın iyileşmesini sağlayacak dikenli yollarda yürürken ve bazen de bu yoldaki yasal süreçlerle mücadele ederken yalnız olmadığını bilmesi ve hissetmesi, ona büyük bir güç kazandıracaktır. Bu açıdan, birbiriyle kenetlenen ve birbirine yardım eden toplulukların bulunması, travma karşısında genellikle takınılan sessiz kalma tutumunun kırılmasına, daha fazla kadının sesini yükseltip hak aramasına ve bu sayede kadınları daha fazla koruyan, faillerin daha kolay ceza almasını sağlayan yasal düzenlemelerin yapılmasına olanak sağlayabilir. Özellikle kadınlarının bu konuda birbirlerine destek olmaları ve hatta zaman zaman birbirlerine “mentor” görevi görmelerinin çok kıymetli olacağını düşünüyorum.
Röportajı gerçekleştiren: İdil Durmaz/ Boğaziçi Üniversitesi PDR öğrencisi