Direniş boyunca farklı şekillerde direnmek için pek çok inisiyatif kuruldu. Aynı bölümden, aynı kulüpten ya da süreçte birlikte emek veren insanlar bir araya gelerek farklı formlarda direnme pratikleri sergiliyor. Tartışmaya geçmeden önce inisiyatiflerden bazılarını bildiğim kadarıyla tanıtmak istiyorum.
Direniş sürecinden önce de var olan ve faaliyet yürüten, yemekhane zamları gibi konularda söz üreten, fakat direnişin başından beri belki de en görünür olan topluluk Boğaziçi Dayanışması. Twitterdaki 92 bin takipçisi ile de Türkiye’nin çok farklı kesimlerinden geniş bir kitleye ulaşabiliyor. Direnişin başlarında ortaya çıkan ve yaptıkları yayınlar, video ve görselleriyle eylemlerin yakından ve kapsamlı bir şekilde takip edilebilmesini sağlayan oluşum ise Boğaziçi Direnişi. Boğaziçi Dayanışması’na benzer bir şekilde Instagram’daki 130 binlere ulaşan takipçileri sayesinde Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananları geniş bir kitleye ana akım medyanın aksine doğru bir şekilde duyuruyorlar. Süreçte ortaya çıkan, internet yayıncılığı yapan ve kampüste yaşananları eş zamanlı olarak YouTube üzerinden yayınlayan diğer bir oluşum ise Boğaziçi TV.
Kampüs içindeki varlığımızı sürdürmede en çok emeği olanlardan biri, ilk günden beri nöbet çadırını kurup, etkinlik takvimlerini düzenleyen ve 100. Günden sonra kendisini kamuya duyuran topluluk ise Boğaziçi Nöbeti. Bölümler temelinden ortaya çıkan inisiyatiflerden söz etmek de mümkün. Açık dersler düzenleyerek alternatif ve özerk akademi pratikleri yürüten oluşumlar olarak felsefe bölümünden öğrencilerin kurduğu Phil-Free, politika öğrencilerinin kurduğu Kelepçesiz Akademi, türk dili ve edebiyatı bölümü öğrencilerinin kurduğu Serbest Yazın, matematik bölümü öğrencilerinin kurduğu Math159+, iktisat bölümü öğrencilerinin kurduğu Özgür İktisat topluluklarını görüyoruz. Bunun dışında, daha çok sosyal medya hesaplarından direnişe dair söz üreten, işletme bölümünden inisiyatif alan öğrencilerin kurduğu İşletme Talks, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler öğrencilerinin daha önceden kurup direnişte devam ettirdiği PolsS302, Eğitim Fakültesi’nden öğrencilerin oluşturduğu Free-Edu ve psikoloji öğrencilerinin başlattığı BUPS! toplulukları da direnişe devam ediyor.
Bölümler dışında, Boğaziçi Kadın+ Hakları Dayanışması direnişte aktif şekilde var olan, sadece direniş boyunca değil hayatımızın her anında mücadele etmek durumunda olduğumuz eril tahakküme karşı mücadele eden, kadın+lar ve LGBTİ+lar için kampüste güvenli alanlarımızı korumak ve kampüsü daha güvenli hale getirmek için emek veren bir topluluk. Ayrıca, sanatla direnen bağımsız öğrencilerden oluşan Boun Sanat Kolektifi ve lisansüstü öğrencilerinden oluşan, kayyuma karşı çeşitli şekillerde direnen Boğaziçi Üniversitesi Lisansüstü Ağı da direnişin önemli öznelerinden bazıları.
Farklı kimlikler, çeşitli politik duruşlar, dünya görüşleri ve yaşayışları barındıran Boğaziçi direnişinde tek bir topluluğun bütün öğrencileri temsil etmesi tabii ki mümkün değildi ve zaman zaman temsiliyet tartışmaları yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Farklı inisiyatiflerin ortaya çıkışında Boğaziçi direnişinin çeşitli temsiliyetlerini yansıtabilme motivasyonu olduğu gibi, sadece bununla sınırlı olmayan, çeşitli direniş yöntemlerinin benimsenmesi motivasyonu da var.
Yukarıda baktığımız örnekler üzerinden, pek çok kişinin zaten hayatında var olan bazı pratikleri ve görüşleri direnişe kanalize ettiğini, direniş yöntemlerini çeşitlendirdiğini, bu haliyle daha güçlü ve daha çeşitli bir direniş yürüttüğümüzü söyleyebiliriz. Aynı zamanda, bu durumu, direnişteki “iş bölümü” ve herkesin kendi “yetkin” olduğu alanda direnmesi olarak da okuyabilir miyiz? Herkesin en iyi bildiği şeyi yaptığı, o alanda yeterince “yetkin” ve pratiklerine, (politik) diline hakim olduğu bir eylemlilik aynı zamanda diğerleriyle etkileşime geçme olanak ve alanlarını sınırlandırıcı, herkesin kendi alanında var olduğu bir süreç olarak da okunabilir mi? Burada öğrenciler arasındaki strateji farklılıkları düşünülebileceği gibi, hocaların sahiplendiği pratiklerle öğrencilerin sahiplendiği pratiklerin farklılaşması da düşünülebilir. Öğrenci ve hoca eylemliliklerindeki yöntemsel farklılıkları, farklı deneyimlerden kurulmuş öznellikler olarak kaçınılmaz görsek de, “doğal” ve tartışmaya kapalı olarak değerlendirmememiz gerektiğini düşünüyorum. Bu durumda ötekiyle etkileşmeyen, diğerlerinin yapıp ettiklerine söz söyleme “hakkı” olmayan farklı toplulukların ve parçalı örgütlenmelerin ortak direniş etrafında nasıl örgütlenebileceği sorusu ortaya çıkıyor. Direnişin beşinci ayında, Boğaziçi’ndeki farklı toplulukların bu etkileşim ve iletişimleri olabildiğince önemsediğini ve çaba gösterdiğini görebiliyorum. Fakat kendi alanlarımıza itilip, ayrık şekilde devam eden bir direnişin yaratacağı yabancılaşma olasılığının kaygısını da taşıyorum.
Bu söylediğim, ortak amaç uğruna tek bir söylem ya da asgari talepler etrafında birleşelim gibi anlaşılmamalı. Aksine, asgari talepler etrafında ortaklaşma söylemi, taleplere ulaşıldıktan sonra hangi grupların bunlardan faydalanabileceğini göz önünde bulundurarak düşünülmeli. Örneğin 2016’ta atanan ilk kayyum Mehmed Özkan döneminden beri sistematik saldırıya maruz bırakılan LGBTİ+ların mücadelesi kayyum Melih Bulu’ya karşı mücadele ile daha görünür bir hale gelmişken, LGBTİ+lar arka plana çekilmeli, önce kayyuma odaklanmalıyız söylemi, kayyum Melih Bulu istifa etse bile LGBTİ+lara yönelik şiddetin devam edeceği hakkında kaygılar oluşturuyor. Bu örnek şiddete ve ayrımcılığa maruz bırakılan diğer gruplar için de geçerli. Bu yüzden, asıl meseleye odaklanalım ve asıl sorun kayyum atamasıdır tutumu yerine asıl sorunun nasıl sistematik ve birbiriyle kesişen farklı şiddet biçimleri olduğunu konuşmak gerekiyor. Boğaziçi’ndeki çoğu topluluk ve inisiyatif bu kesişimselliğin farkında olarak hareket etti ve ediyor. Direnişin kampüs dışına taşması ve bütün kayyumlara karşı bir mücadeleye dönüşmesi bunun en önemli göstergesi.
Öte yandan, bu duruşun mevcut Türkiye kontekstinde iyi bir strateji olmayabileceğini ve bildiğimiz her “doğru”yu sonuna kadar bağırmamızın getireceğini düşündüğümüz kazanımları da sorguluyorum. Doğru ve yalan arasındaki sınırları tamamen belirginsizleştiren, bugün söylediğini yarın yalanlayan, hatta yalanlama ihtiyacı bile duymadan siyaset üreten ve yöneten bir iktidarın yarattığı belirsizlik ortamında doğru olan kimin umrunda? Ya da daha “doğru” şekliyle; haksızlığa, şiddete ve ayrımcılığa maruz bırakılan bizlerin bildiği doğru kimin umrunda? Doğru olanı herkese duyurma kaygısı ve kazanım elde etme çabasını birlikte mi taşıyoruz ve asıl soru bu ikisi arasında nasıl bir ilişki kuruyoruz? Talep ettiğimiz değişimler için tek yol olarak, doğru olanı en “radikal” şekilde bağırmanın bizi kazanımlara ulaştıracağını beklediğimizde bu doğruyu kime nasıl anlatacağımız sorusu çıkıyor. Biz direnenler olarak bile zaman zaman birbirimizi dinlemeye katlanamadığımız anlar yaşarken doğru bildiğimiz şeyleri başkalarına söylediğimizde dinlemelerini, duymalarını ve dönüşümü nasıl sağlayacağız? İlişkiyi bu doğrusallıkta kurmadığımızda ise farklı stratejiler geliştirmek durumundayız.
Bu söylediklerimin herhangi bir çıkış yolu sunmadığının farkındayım. Beşinci ayında olan Boğaziçi direnişi bahsettiğim noktalarda farklı dönüm noktaları yaşadı, yaşamaya devam ediyor. En önemlisi direniş Boğaziçi kampüsünden dışarı, diğer üniversitelere, sokaklara, hatta ülkelere taştı. Karşı karşıya kaldığımız polis ablukaları, gözaltılar, ev hapisleri ve tutuklamalara rağmen büyük bir kalabalık olarak direnmeye devam ediyoruz. Zaman zaman yükselen zaman zaman sönümlenen bir süreç yürütsek de, bu süreci pandemi gibi çok zor bir süreçte yürüttüğümüzü ve mücadele etmemiz gereken farklı zorluklar olduğunu da göz önünde bulundurmalı. Direnişin temposundaki değişikliklerin sebebini ise, kayyuma ve iktidara karşı olan vazgeçmişlikte değil, yukarıda bahsettiğim dinamiklerde daha fazla aramamız gerektiğini düşünüyorum. Daha sık yapmamız gereken şey de belki bunları daha fazla kendi üzerimize düşünerek ve birbirimizi dönüştürerek devam etmeye çalışmak.
Işık