“Öğrencilerin bu meselenin salt Boğaziçi ile alakalı olmadığını görmesiyle alakalı…”
Protesto sürecini bizim için yorumlar mısın?
Şöyle başlayabilirim sanırım, yani 4 Ocak’tan beri aktif bir eylemlilik söz konusu okulda. Ben de rektörün atandığı ilk günden beri, kafamda bir tartışma yürütüyorum. Yani bunun usulünü en başta tartışarak bu işte aktif olmam gerektiğine karar vermiştim. Çünkü memleket genelinde, yani ülke genelinde her zaman belli başlı politik aksiyonların müdahaleye değer olduğunu düşünüyorum. Yani bunun için enerji harcamaya, çaba harcamaya değer olduğunu düşünüyorum herhangi bir toplumsal hareketlilikte. Bu sebeple de bu meseleyi gördüğüm anda, bir hareketlilik içerisinde olmam gerektiğini düşündüğüm için nasıl müdahale edebileceğimi ve bu sürece müdahil olma gerekliliğini tartıştım kafamda ve bulduğum en yakın kanallar üzerinden olaya dahil olmaya çalıştım. Geçen sene Boğaziçi Dayanışmasıyla beraber hareket ediyordum zaten ilk kurulduğundan beri. Bu sürece de ilk başta dahil olmuş oldum. Yani zaten elimde bir kanal vardı, o kanal üzerinden belli tartışmalar; basın açıklaması tartışmaları olur, eylemlerin nasıl yapılacağı olur, bunlara dahil olmaya çalıştım. Şunu söyleyebilirim; bu meselenin en değerli kısmı öğrencilerin bu meselenin salt Boğaziçi ile alakalı olmadığını görmesiyle alakalı. Bu işin ne kadar politik olduğunu, aslında güncel politik olaylara ne kadar bağlı olduğunu, Boğaziçi öğrencisi birçok yerde tartıştı, diğer öğrencilerle tartıştı ve bunun sadece Boğaziçi ile alakalı olmadığını, genel ülkenin siyasi gündemi ile alakalı olduğunu, iktidarın bu konuda ne kadar etkin bir uygulaması olduğunu vesaire tartışarak başladı ve bütün süreçler aslında tam da bu gördüğümüz ikilem üzerinden gitti. Mesele genellikle Boğaziçi’ne sıkıştırılmaya çalışıldı ama bunun yanı sıra öğrenciler bunun sadece Boğaziçi ile sınırlı olmadığını söyleyip diğer öğrenci gruplarıyla temasa geçti, diğer üniversitelerin dayanışmaları, diğer üniversitelerin kendi gruplarıyla vesaire. Bunun yanı sıra farklı gençlik örgütleri ile ve toplumun geri kalan diğer bütün demokratik kitle örgütleri ile iletişime geçerek süreç devam etti. Bu eylemle birlikte genellikle hükümetin tavrı, kitleleri korkutabilmek ve biraz daha onların korkuyla beraber sönmesini sağlamak için bir baskı politikası geliştirmek oldu.
“Bu korku kendini bilindik baskı politikasıyla açığa çıkarttı”
Yani hükümet genellikle bu tarz bir uygulamaya girişti. Bu sebeple de zaten benim de içeri alındığım zamandaki gibi genel bir gözaltı silsilesi oluştu ta ilk günden beri. Benim bu süreçte en çok karşılaştığım şey hükümetin anladığım kadarıyla bir öğrenci ya da gençlik hareketinin bu kadar yoğun bir şekilde cereyan etmesinden korkması oldu ve bu korku kendini bilindik baskı politikasıyla açığa çıkarttı. Öğrencilerin evleri basıldı, arkadaşlarımızın evleri basıldı. Hukuksuz bir şekilde yargılama talepleri geldi. Suçun asli unsurları oluşmaksızın yargılamalar hala da sürüyor normalde dağıtılması gereken mahkemeler vesaire birçok arkadaşımızın ya da soruşturmalar devam ediyor. Tabii bu süreç içerisinde arkadaşlarımıza yapılan muamele ve diğer belli başlı kitlelere yapılan muameleler de bizim bu süreçte hikayeyi yalnızca bir rektör tartışması üzerinde tutmamıza engel oldu. Çünkü biz talep etrafında buluşmuşken bu taleplerimiz arttı. Her hafta diğer arkadaşlarımız için özgürlük talebini dile getirmemiz gerekti. Linç kampanyalarının son bulması için taleplerimizi dile getirmemiz gerekti ve böylelikle aslında geçtiğimiz beş sene içerisinde şunu görmüş olduk.
“Birçok arkadaşımın, benim aslında Müslüman olmama rağmen orada olduğumu düşündüğünü fark ettim”
Yani biz temelde çok meşru bir talebi savunmaya çalışıyoruz. Çok büyük bir öğrenci kitlesi bu talebin etrafında buluşuyor. Farklı tavırlarla da olsa bu talebin yanında olup uygulamanın karşısında olmaya çalışıyorlar. Fakat baskı politikaları orantısız güç kullanılarak sürdürülmeye devam edildiği için hem söylem bakımından hem de pratik bakımdan bir zorlamaya gidildiği için siyasal iktidar tarafından, bugün öğrencilerin talepleri ister istemez genişlemeye başlıyor. Ev hapsindeki arkadaşlarımızın serbest bırakılması, tutuklu arkadaşlarımızın serbest bırakılması vesaire. Süreç benim için genellikle bu tartışmalar üzerinden ilerledi. Eylem alanında farklı kitleler, farklı motivasyonlardan gelen insanlar için belli başlı eşitsizlikler olduğunu benimsemiş olduğumuz süreç içerisinde, benim için en değerli anlardan biri bu. Ben genellikle politik mücadeleyi Müslümanca bir zemin üzerinden inşa etmeye çalışan biriyim. Lisede de hayatımın geri kalanında da böyle bir zeminden kuruyordum bunu ve hala da kuruyorum. Fakat bunu daha çok motivasyonel bir zemin olarak tutuyorum ve bununla beraber belli başlı farklı pratikler de sergileyebiliyorum. Alanda karşılaştığım şey şu oldu en başta. Birçok insan tarafından benim de orada karşı karşıya geldiğimiz belli başı Müslüman pratikleri vardır. Genel olarak Müslümanlar namaz kılarlar, içki içmezler vs. Farklı bir sürü pratik var. Bunlarla karşılaşan birçok arkadaşımın, alanda benim aslında Müslüman olmama rağmen orada olduğumu düşündüğünü fark ettim. Zaten birçok Müslüman çevre tarafından da aynı eleştiriye maruz kalıyordum. Hani sen aslında Müslüman olmana rağmen oradasın. Yani burada senin teorik zeminin ne? Pratik faaliyetin ve düşüncen aslında çelişiyor gibi bir eleştiriyle karşılaşıyordum.
“Tam aksine ben Müslüman olmama rağmen değil, Müslüman olduğum için buradayım”
Bu eleştiriyle karşılaşmam benim için çok iyi oldu. Çünkü bunu pratik anlamda nasıl bir deneyimi doğurduğunu görebilmiş oldum. Burada özellikle fark ettiğim ve çok fazla dile getirdiğim şey şu oldu. Tam aksine ben Müslüman olmama rağmen değil, Müslüman olduğum için buradayım. Böyle bir tartışma zemini burada üretmeye çalışıyorum. Karşı çıktığım şey bu zemin üzerinde inşa olmuş bir politik kavrayış, politik duruş, bir politik kuşanma aslında. Tam da bu zeminden doğuyor. Benim için değerli olmasının sebebi şu, ben burada genel olarak kayyumcu zihniyet eleştirisi yapıyorum. Ta sürecin ilk gününde de bu tarz bir yazı yazmaya çalışmıştım. Emek ve Adalet Platformu sitesinde var. Orada da tartıştığım şey, bunun aslında bir kayyumcu zihniyet olduğu ve hükümetin aslında belediyelerden üniversitelere kadar, hatta bugün STK’lara atamak istediği bir kayyum politikası oldu. Demokratik ve tartışma üreten alanların hepsine müdahale etmek istediğiyle alakalı bir eleştirim vardı. Bu eleştiri zemininin ne kadar da aslında benim günlük hayattaki pratiklerimi deneyimlediğim yerden, o pratiklerimi ürettiğim yerden kaynaklandığını daha çok görmüş oldum. Farklı motivasyonları nasıl bir arada aynı pratiğe dönüşebildiğini de bu süreç içerisinde görmüş oldum. Dediğim gibi normalde bu eleştiri daha çok Müslümanlar tarafından verilirken, nasıl o insanlarla bir arada durabilirsiniz tartışmasını onlar hep yürütürken, aynı tartışma maalesef benim yan yana durduğum insanlarda da mevcuttu ve bu tartışmayı vermek benim bir bakıma kendi pratik ve teorimi daha sağlıklı bir zemine oturtmamı sağlamış oldu. Benim için değerli kısımlarından birisi de burası dediğim gibi. Sürecin bu tartışmaları verip farklı motivasyon zeminlerinin nasıl aynı pratikleri üretebildiğini tekrar görmüş oldum. Yani süreç için genellikle bu iki zemini hep değerli bulduğumu ve değerlendirirken bu iki zeminden bahsetmek istediğimi dile getirebilirim.
“Polis teşkilatı bu gaz tabancalarını insanların üzerine doğrultarak sıkıyor”
Peki protestolara katıldığın sırada herhangi bir şiddete maruz kaldınız mı? Polisle aranızda herhangi bir temas oldu mu?
Evet. Şöyle, ilk günlerden beri polis en çok karşılaştığımız şey, polisin bizim kendimize yazık ettiğimizi ifade etmesiydi. Polis fiziksel şiddetten önce söylemsel bir manipülasyon tekniği uyguladı her seferinde. Bunun ilk baştaki en temel örneği daha ilk gün 4 Ocak’ta kuzey kampüsten güney kampüse doğru bin kişilik bir öğrenci kitlesi yürümek istedi ve polis o sırada fiziksel şiddete başlamadan önce öğrencileri ikiye ayırabilmek için bir manipülasyon tekniğini kullanmaya çalıştı. Öğrenciler içerisindeki farklı zeminlere dokunarak şunu seslendirirdi: Boğaziçi öğrencileri okula gidebilir, diğerleri dışarıda kalsın. Boğaziçi öğrencilerinin kendi imtiyaz alanlarına dönmesi için bir çağrıda bulundu. Halbuki o gün orada dile getirilen temel şey zaten insanların imtiyaz alanlarını seferber etmesiyle alakalıydı. Belli bir riskle karşı karşıya kalmasıydı, belli sınırları zorlamasıydı elbette. Fakat polis en başta burada böyle bir yarık bularak öğrenciye müdahale etmek istedi. Bir bakıma hakikatin üstünü örtmeye çalıştı diyebilirim kendi jargonumla. Bir eleştiri olarak da dile getirmiş olayım. Bunun yanı sıra hemen peşine de zaten belli bir müdahale başladı, sert bir müdahaleyle karşılaştık. Gaz tabancaları var polislerin yeni model. İçlerinde plastik tüpler olan şeyler var. Plastik tüpler sıkan bir silah ve plastik tüplerin normalde uygulaması Polis Akademisi’nin öğrettiği kadarıyla yere doğru sıkılıp o plastiklerin patlaması ve etrafa gaz değince insanların dağılmasına yönelik. Fakat bugün Türkiye’de polis teşkilatı maalesef bunu usulüne uygun hiçbir zaman kullanmıyor. Soma’daki işçi eylemlerinden tutalım Cumartesi annelerinin eylemlerine, oradan işte belli başlı farklı sosyalist örgütlerin, demokratik sosyalist örgütlerin eylemlerine kadar. Polis teşkilatı bu gaz tabancalarını insanların üzerine doğrultarak sıkıyor. Maalesef o küçük kapsüllerin insanların üstüne patlaması gerekiyor. İlk günden beri biz ilk başta buna maruz kaldık.
“Eve sanki terör şube ilgilenirmişçesine koç başlarıyla daldılar”
Hem okul önünde hem de daha sonrasında Kadıköy’de yapılan eylemlerde, öğrenci arkadaşlarımız ve halkın birçok kesiminden insan bunlara maruz kaldı. Bu aslında bizim karşılaştığımız en basit polis şiddeti diyebiliriz. Çünkü o gün o kullanımdan sonra yani o usulsüzlükten sonra, aynı gün içerisinde arkadaşlarımız gözaltına alındı ve polis yine en kritik propaganda araçlarından birini kullanarak, o ses cihazını kullanarak öğrencilere şu çağrıda bulundu: “Covid önlemleri nedeniyle şu an burada bulunmanız yanlış”, ama o sırada bizim 2 arkadaşımız darp edilerek gözaltına alınmıştı, insanlar içerisinden tutup çekilerek. İnsanlar ısrarla polise “2 arkadaşımızı aldınız, geri verin” demesine rağmen o büyük cihaz, o manipülatör bize şöyle sesleniyordu: “Biz hiçbir arkadaşınızı almadık ve biz sizinle çatışmak istemiyoruz. Lütfen geri çekilin Covid var, pandemi var dağılın” vesaire dedi. Fakat belli bir arbede sonucunda polis bir arkadaşımızı saldı. Sonra tekrar aynı şeyler söylendi: “Bakın arkadaşınız saldık vesaire”, sonra tekrar bir arbede sonucunda diğer arkadaşımızı da saldılar. Ama bu ikisi arasında bile aslında kimseyi gözaltına almadıklarını belirtiyorlardı. Yani aslında bunları anlatmamın sebebi, bunlar aslında farklı şiddet modelleri, bunları dillendirmemiz gerekiyor. Bu usulsüzlüklerle beraber bir basınç uygulanmaya çalışılıyor. Oradaki direnen kitleye karşı bence temel problemlerden kritiklerden biri de burası. Hikaye burada başlamış oldu. Öğrencilerin ya da bu direniş sürecinin polisle karşılaşması 4 Ocak’ta bu şekilde başladı ve maalesef, şiddetini kuvvetlendirerek sürdü. Ertesi sabah uyandığımızda ne belli başlı haberler hemen kulağımıza geldi. Arkadaşlarımızın evi basılmıştı ve bu arkadaşlarımız evlerinden ailesinin ve kendilerinin kapılarını polis uzun silah namluları doğrultarak uyandırıldılar. Bunun yanı sıra bir kısmının kapısının kırıldığını, kapı mandallarının bozulduğunu, kırıldığını görmüş olduk. Çünkü eve sanki terör şube ilgilenirmişçesine koç başlarıyla daldılar. Halbuki eve bir tebligat gönderilmesi onların ifadesini almak için yeterliydi bile. Sonra bu arkadaşlarımızı 2 gün gözaltında tuttular ve bizim arkadaşlarımız çıktığında, onlarla konuştuğumuzda şunu gördük; birçoğuna çıplak arama uygulanmış. Zaten bu muazzam bir tartışma. Hepsi kendilerine çıplak arama uygulandığını, bileklerinin 2 tane plastik kelepçeyle sıkıldığını söylediler. Bunlar hep zaten işkence statüsüne giren şeyler. Böyle bir muamele vardı. Akabinde birçok gözaltı olduğu zaman da aynı muameleleri arkadaşlarımızdan işittik.
“Polis, onlarca kere sormamıza rağmen bizim dışarı çıkmamıza müsaade etmedi”
Benim gözaltına alınma sürecimde de bunların yanı sıra şöyle bir polis şiddetiyle karşılaşmış olduk. Biz ilk başta okuldan çıkmak istediğimizde polis hiçbir gerekçe göstermeksizin Etiler Kapı’yı kapattığını söyledi ve bu kapıdan çıkılamayacağını iddia etti. Fakat o sırada okulun içindeydiler. Buna normalde haklarının olmadığını biliyorduk. Okul içerisine girmeleri için bir çağrı yapılması lazım rektörlük tarafından diye biz biliyoruz. Hem okulun içerisindeydiler hem de barikat kurmaya çalıştılar içeriye. Öğrenciler buna müsaade etmedi. Ancak polis onlarca kere sormamıza rağmen bizim dışarı çıkmamıza müsaade etmedi ve hiçbir gerekçe göstermedi. Akabinde ben polisi arayıp, 155’i arayıp oradaki polise şikayet etmek zorunda kaldım. Çünkü kimse bir gerekçe göstermiyor ve neden orada olduklarını söylemiyor. Onların polis olup olmadığına bile güvenemezdim diye hiç olmazsa bir şansımı deneyeyim dedim maalesef polis teşkilatı da bunu çok umursamadı. Olacak şey buydu. Bunu birazcık meşrulaştırmak için aslında aramayı yapmıştım. Akabinde aşağı inip rektörlük çevresinde oturup rektörle konuşmak istediğimizi beyan ederek beklediğimizde ise saat 9’u geçiyordu. Polis yine kalkanlar ile çevik kuvvet öğrencileri karşıladı ve öğrencilere yapmadıkları bir eylemin iddiasında bulunarak dağılmalarını tekrar söyledi. Yaptığımızın rektörün dışarı çıkışını engellemek olduğunu iddia etti.
Halbuki öğrenciler bunu istemiyordu zaten. Sonrasında yapılan müdahalede de benim bizzat maruz kaldığım bir şey gerçekleşti; polis her zaman olduğu gibi kalkanlarıyla karşısındaki kitleyi süpürme hamlesi yapıyor. Yani biz amirlerden duyduğumuz ifade o, süpürmek. “Süpürün bunları” dediklerinde harekete geçiyorlar üstümüze doğru. Bizi ittiriyorlar ve normalde yapmalarının yasak olduğu şekilde kalkanlarını yukarı kaldırıp tutup bizim üstümüze vuruyorlar. Vurma aracı olarak kullanıyorlar. Benim orada ilginç bir şekilde karşılaştığım şey hiç beklemiyordum. Arka taraftaki bir polisin yani kalkanla direkt temas etmeyen bir polisin zıplayıp kafama vurması oldu ve kafama vururken benim anneme küfür ediyordu. Gerçekten anlamadığım bir süreç oldu. Çünkü o sırada ajitasyon bile çekmiyordu Tanışıp tanışmadığımı bilmiyorum. Kim olduğunu bilmiyorum çünkü kafasında hepsinde olduğu gibi beyaz bir kask var. Zaten kask numaraları kaskın arka tarafında yazdığı için şikayet etmek için o numaraya dahi ulaşamıyorum. Normalde kaskın üstünde yazsa belki muhatap olduğum polisi şikayet edebilmek için elimde bir veri bulunur. Ama elbetteki polis teşkilatı bunu bildiği için kask numaralarını ön tarafa yazmıyor. O sırada kafama vurulurken anneme küfredilmiş oldu. Çok sevdiğim bir gözlüğüm tam orada düştü ve kırıldı maalesef ve ortada bir arbede yaşandığı için gözlüğü alamadım. Şu an o yüzden kötü bir gözlüğüm var. Sonra polis bizi biraz daha ittikten sonra arkadaşlarımızı ellerinden tutup kollarından tutup yaka paça götürmeye başladılar. İşte bir arkadaşımızın maalesef başörtüsü açıldığında bile başörtüsünü örtmesine müsaade etmediler. Çok da yakın arkadaşım benim. Aynı şekilde ona da kötü ithamlarda bulundular. Birkaç arkadaşımızı tekmelediler gözlerimizin önünde maalesef hem de ilginç bir tavırla. Yani kafir diye seslenerek tekmelediler. Acı bir durumdu yani. Çok anlamsız bir bağlam çünkü.
“Polis bir şiddet uyguluyorsa bunu kesinlikle öncesinde kurguluyor”
Gözaltına alındığımızda ise şunu gördük; bizim diğer okullardan gözaltına alınan arkadaşlarımıza bizden çok daha sert ve çok daha somurtkan bir şekilde muamele ediyorlar. Çok daha agresif bir şekilde tavır alıyorlar. Birçok arkadaşımıza da ama Boğaziçi öğrencisine o imtiyaz alanlarında onları besleyebilmek için onların o güvencelerini, tırnak içerisinde, güvencelerini besleyebilmek için maalesef daha yumuşak davranabiliyorlar. Polis Boğaziçi öğrencilerine daha çok “ya siz öğrenciniz, gençler aslında böyle çok yanlış işlere karışmasanız” vesaire gibi belli başlı ajitasyon teknikleri ve manipülasyon ile müdahale etmeye çalıştı. Ancak özellikle kadın arkadaşlarımıza çok daha sert, çok daha agresif tavırlarda bulunuldu. Ben bunu çok kavrayamamıştım. Yani erkek polisler erkek öğrencilerle daha yakın bir temas kurarken, kadın polisler kadın arkadaşlarımıza çok agresif, çok ters tepkiler vererek, daha sert müdahalelerde bulunarak temas kurdular diyeyim.
Bunun yanı sıra biz gözaltındayken genellikle bahsettiğim süreçler işlemeye devam etti. Benim yaşadığım sorunlar ise genellikle polislerin zaman zaman bizimle de agresif bir şekilde iletişime geçmesi oldu. İlginç bir anekdot mesela, şöyle oldu; içeri girdiğimde tesadüfen orada önceki kalandan bulduğum bir seccade vardı. Namaz kılmak istediğimde polis amirine kıbleyi sorduğumda bana dalga geçer bir cevap vermişti. “Sen mi namaz kılacaksın” falan deyip gülmüştü. Sonrasında tekrar kıbleyi sorduğumda “Dön bir yere, kıl!” demişti mesela. Bunlar ne kadar şiddet kapsamına girer bilmiyorum. Biraz polis muamelesini anlatmam gerektiği için bunları dile getireyim dedim. Böyle bir muamele vardı içerde de. Ben bir yere dönüp kıldım ama tam tersine kılmışım. Sonrasında başka bir memura sorduğumda doğru tarafı söyledi. Oradan öğrenmiş oldum, ekseni tutturmuşum hiç olmazsa.
Biz 3 gece içerde tutulduk. 2 gün boyunca bize karşı bir aksi muamele vardı ama bir yandan da polisin yakın iletişim kurma çalışması vardı. Öğrencilerin zihinlerine ulaşma çabası var, bunu görüyorum. Fakat ilk günlerde bizim bileklerimizi çok sıkmıyorlardı taktıkları plastik kelepçelerle. İlk gözaltına alınırken arkadaşlarımızın bileklerini çok sıktılar. Sonra hastane kontrolüne giderken hafif gevşetilmişti o kelepçeler. Fakat son gün ise herkesin bilekleri istisnasız bir şekilde çok sert sıkıldı. Bunun anlamını sorduğumuzda ise bize cevap vermediler. Son günkü hiçbir çevik kuvvet öğrencilerle iletişime geçmedi. Önceki günlerde ise farklı çevik kuvvet birimlerin hepsi bizzat kendileri öğrencilerle iletişime geçmeye çalışıyorlardı. Bunun da arkasında kurgulanmış bir şey olduğunu görmemek zaten bana kalırsa çok zor. Onların bileklerine sıktıkları sabah, Süleyman Soylu’nun hakkımızda tahrik edici ifadelerde bulunduğunu görmüş olduk. Aslında oradaki uygulamanın nasıl da yukardan olan bir tavrın gölgesinde kurulduğunu da gösteriyor bana kalırsa. Bileklerimiz çok sıkıldı, hatta benim bileklerim açıldıktan 8-10 saat sonrasına kadar, kırmızı şişik izler duruyordu. Yanımdaki polis memuruna “Bileğimi biraz gevşetir misin, bu yaptığınız anlamsız” dediğimde “Acıtmak kelepçenin fıtratında var” dedi.
Yani genel olarak polis şiddeti tartışmasında gündeme getirilmesi gereken en önemli şey, polisin şiddeti bir araç olarak kullanmasıdır diye düşünüyorum. Polis bir şiddet uyguluyorsa bunu kesinlikle öncesinde kurguluyor ve eğer belli başlı memurların inisiyatifine bir şey bırakılıyorsa bu diğer amirler tarafından, daha üst mertebeler tarafından kesinlikle kurgulanıyor. Öğrencilerin ya da şüphelilerin üzerinde nasıl bir etki bırakacağı üzerine bu kurguları yapıyorlar benim gördüğüm kadarıyla. Bu sebeple işkencelerin vesaire hepsi de, bu işkencelerden hesap sorulmaması da hapishaneler de zaten bizzat bir korku üretme politikasının sonucu aslında. Buraya özellikle değinmek gerekiyor diye düşünüyorum çünkü Boğaziçi öğrencisi olmayan diğer şüphelilere, suçlulara değil şüphelilere, çok daha kötü muameleler yaparak bu ayrıştırma politikasını sürdürmeye çalışıyorlar diyebilirim.
Gözaltına alınacağını önceden tahmin etmiş miydin?
Evet, çünkü zaten ilk gözaltılar arkadaşlarımızın evi basılarak olduğundan biz de aynı eylem alanında olduğumuz ve zaman zaman benzer inisiyatifleri aldığımız için bunun başıma gelebileceğini tahmin ediyordum.
“Polisin bilmediği bir hukuki tartışmayı ona açtığım için, sanıyorum ki biraz başarılı olmuş oldu”
Gözaltı sürecindeki detaylardan bahsedebilir misin?
Birçok öğrenci benimle 50 kadar öğrenci en hafif tabirle tartaklanarak gözaltına alındık. Birçok arkadaşımız darp edildi. Polis ilk başta çok zor kullandı. Fakat sonrasında muamelesini yumuşattı. Agresifliği indirmeye başladı ve öğrencilerle diyaloğa girmeye çalıştı. Bu süreçte gözaltı aracına alındığımızda polisler birkaç arkadaşımızın elini arkadan kelepçelemişti, birkaç arkadaşımızı da önden kelepçelemişti. Bazılarınınkine ise kelepçe takmamışlardı. Sonrasında herkes otobüse bindirildiğinde polis bizden telefonlarımızı istedi. Belli bir tartışma oldu. Çünkü normalde karakola gidilmeden telefonlarımıza el koyamıyor olmaları lazım. Çünkü bir tutanak tutulmuyor ve kayıt altına alınmadığı için herhangi bir eşyamızı vermememiz de en doğal hakkımız. Bunu dile getirmeye çalıştığımızda polis, bu bir lütufmuş gibi “Bakın biz size düzgün davranıyoruz, asabımızı bozmayın, zor kullanmak istemiyoruz, telefonlarınızı verin geri dönünce karakolda biz size geri vereceğiz” dediler. Tartışmalar oldu. Polis telefonlarını verenin ellerine kelepçelemeyeceğini söyledi. Sonra herkesin elini kelepçeleyip insanlardan telefonlarını almaya çalıştılar ve eninde sonunda araçtaki herkesin telefonu alınmış ve elleri kelepçelenmiş oldu. Ancak benimle iletişime geçen, benden telefonumu isteyen polis memuruyla şöyle bir diyaloğa girmiş oldum. Dedim ki ben vermeyeceğim, isterseniz zor kullanarak alın. Fakat bunu almanız hukuki değil, çok istiyorsanız bir tutanak çıkartın ve bu tutanağı imzalayalım, o zaman isterseniz ayakkabılarımı bile alabilirsiniz. Bunu istemiyorsanız isminizi verin, zor kullanarak telefonumu alın ya da amirinizin ismini verin ki benim için bir şikayet mekanizması ortaya çıksın. Sen bana o telefonu verirsen zaten ben belki şikayet de etmeyeceğim seni çok da umrumda değil. Ama kayıt altına almadığımız müddetçe ben size telefonumu vermeyeceğim dedim ve polis memuru ile hiç agresif bir boyuta gelmeyerek konuştuk. Çok naif bir dille konuştum. Diğer öğrencilerle sert konuşsa da akabinde bana karşı yumuşamaya başladı ve siniri bozuldu. Yani kardeşim bak ne güzel konuşuyorsun, niye vermiyorsun telefonunu falan demeye başladı. Zor kullanmak istemediğini söyledi. “Ben de zor kullanmanızı istemiyorum. O zaman almayın telefonumu” dedim. Diğer insanlardan telefonlarını alıp yanıma geri döndü ve ben en son dedim ki yani vermeyeceğim daha çok uğraşmayalım. Kendisi de benim bu şekilde konuşmamdan biraz siniri bozulduğu için çok üstelemedi. Çünkü genellikle polisin karşılaştığı, özellikle orada karşılaştığı öğrenci tipi̇ çok fazla kendi haklarından haberdar olmayan oluyor. Fakat ben daha önce bir kere daha gözaltı süreci yaşadığım için görece deneyimliydim ve onlar biraz işime yaramış oldu ve polisle orada olan çatışmam polisin bilmediği bir hukuki tartışmayı ona açtığım için, sanıyorum ki biraz başarılı olmuş oldu. En sonunda bana “Tamam lütfen o zaman kapat” dedi. Fakat bana böyle konuşurken, diğerlerine çok daha sert konuşuyordu. Sonra zaten benimle iletişimi kesti. Otobüsün ön tarafına gitti ve herkesin telefonu toplandı.
Araçta bazı arkadaşlarımız aralarında güldüklerinde bile polis müdahale ederek kahkaha atma tarzı müdahalede bulunmaya çalıştı. Ama polisler arasında da bir uyumsuzluk vardı. Yani belli başlı polisler çok sert bir şekilde öğrenci rahatlığına kızabiliyorken, buradan agresif bir tutum çıkartılırken, bazı polisler öğrencilerle kanka şeklinde hitabetlerle konuşuyordu gayet rahat bir şekilde. Bunun yanı sıra biz o gün totalde 7 saat kadar gözaltı aracında tutulduk. Bunun sebebini bilmiyoruz. Avukatların iddiasına göre aslında bir yıldırma politikası, insanları biraz daha germe ve buradan nefret ettirme, bir daha dönmemesini istemeyi sağlama çabası, bir psikolojik alana oynayan bir hamle diyelim. 7 saat kadar araçta tutulduk. Gözaltına götürüldüğümüzde, ne kadar duracağımızı sorduğumuzda ya da bize ne isnat ediliyor diye sorduğumuzda gerekli bir cevap alamıyorduk. Tabii ki sigara içmemize de müsaade edilmedi. Sonra ilk gittiğimizde bize “Muhtemelen yarın salınacaksınız” demişlerdi tutanaklardan öğrendiğimiz kadarıyla. Fakat sonrasında gözaltı süresi bir gün daha uzatıldı. Biz pazartesi akşamı gözaltına alınmıştık. Çarşamba günü öğleden sonra adliyeye götürüldük. Normalde planlanan salı günü adliyeye götürülmemizdi. Fakat bizim aslında salı akşamı ifadelerimiz alınmaya başlandı. Tabii biz günlerin geçip geçmediğini de içerdeyken anlayamıyoruz. Saati olan birkaç arkadaşımızdan duyuyoruz. Çünkü nezarethane zaten gün ışığı almayan bir yer. 24 saat boyunca açık olan lambaların altında tutuluyorsunuz. Bulunduğunuz koğuşta bir lamba yok. Fakat dışarıdaki lambalar içeriyi aydınlatıyor ve 24 saat boyunca kesinlikle bir kesilme olmuyor ışıklarda. Gardiyanlara saati sorduğunuzda size cevap vermeyebiliyorlar.
“Herhangi bir insanoğluna bu yeri reva görmek, zaten işkence kapsamında rahatça değerlendirilebilecek bir şey.”
Nezarethane en başta çok pis bir yerdi. Bunu dile getirmem lazım. Muazzam pisti, hani pandemi şartları bahane edilerek dağıtılan eylemlerden sonra insanlar bu nezarethanelere götürüyorlar. Ve kesinlikle pandemi şartlarını geçtim. Yani herhangi bir insanoğluna bu yeri reva görmek zaten işkence kapsamında rahatça değerlendirilebilecek bir şey. Ekmeklerden tutun belli başlı çöpler gibi çok çirkin bir yerdi. Bazı arkadaşlarımız koğuşlarının idrar koktuğundan bahsettiler. Farklı yemek çöpleri vesaire vardı. Battaniyeler yıkanmamıştı, yağlı battaniyeler vardı ama battaniye de verilmesi gerekiyor. Bizim girdiğimiz koğuşta böyle bir durum vardı.
Yemekler tabii kötüydü. Ama bu sanırım çok da şikayet edilecek bir şey mi bilmiyorum. Soğuk ve fazla yağlı yemeklerle karşılaştık. Genellikle tuvalete götürülmek istendiğinde seslendiğimizde duymuyorlardı ya da duymazlıktan geliyorlardı. Gördüğümüzde, herhangi bir soru yönelttiğimizde ise gardiyan bizimle muhatap olmuyordu. Şöyle problematik iki uygulamayla karşılaştık. Bizimle beraber gözaltına alınan bir trans arkadaşımız vardı. Bu trans arkadaşımızı tek başına bir hücreye koymuşlar, herkes ya ikili ya da beşli-onlu hücrelere konulurken, arkadaşımızın tekli hücreye konulduğunu ikinci günün akşamında fark ettik. Bunu bilmiyorduk. Bize seslendi, tek başına olduğunu ve sıkıldığını söyledi. Aslında diğer hücrelerde de o sırada yer vardı. Bu arkadaşımızın böyle olduğunu gördüğümüzde polise seslenmemize rağmen polis bizi kaale almadı. Önümüzden geçen gardiyanlar, memurlara seslendiğimizde bakarız deyip geçiştirmeye başladılar. Arkadaşımızın bu tecritten kurtulabilmesi, hangisine konulabiliyorsa o koğuşa konulması gerektiğini düşünüyorduk ve polis bizi kaale almadığı için de özel bir eylem yapmaya başladık. Neredeyse 50 arkadaşımız buna katıldı. Zaten oldukça fazla ses çıkartıp polisi oraya çağırdık ve arkadaşımızı kendi aramıza katabilmiş olduk ve polis bunu yaparken siz bağırdığınız için değil, bunu kendim istediğim için yapıyorum diyerek geçiştirmeye çalıştı tabii ki. Ancak öncesinde dört kere bunu talep etmemize rağmen bakarız diyerek geçiştirmişti ya da işte yok olamaz öyle bir şey demişti. Bu tecrit politikası da zaten yine öğrenci ayrıştırma, yani en baştan beri güdülen o politikanın bir parçası olarak uygulamaya geçiyor.
Ailene ve yakınlarına ne kadar sürede haber gitti? Nerede olduğunu biliyorlar mıydı?
Ben gözaltı aracına alındığım anda hemen telefondan mesaj attım. Aynı zamanda aileme ulaşamam diye ilk başta Twitter’a yazmıştım. Abim avukat zaten, direkt aileme söylemiş. Biraz da bekledikleri bir durumdu. Bu süreç içerisinde bir gün olabilir diyorlardı. Onların tepkisi de genellikle destekleyici oldu çok şükür. O konuda çok çatıştığımız söylenemez ailemle. Daha çok yanımda oldular. Annem de iki beyaz atlet göndeririz filan demiş öyle yani.
Gözaltındayken avukatınla ne sıklıkla görüşebildin?
Ben çıktıktan sonra öğrendim ki avukatımız, Vatan’a getirildiğimiz andan itibaren oradaymış zaten. Fakat ikinci güne kadar bizi görüştürmediler avukatlarla, çok seslenmemize rağmen. Bunun sebebini tam bilmiyorum belki hani süreçsel bir şeydir tabii ki ama bir ara gün mefhumu çok yerli yerinde değildi, o sırada saatin kaç olduğunu göremiyorduk. Ama bir ara avukatlarımızla bizi teker teker görüştürdüler avukat odasında. Ardından avukatlarımızla ikinci kez karakoldaki ifademiz alınmadan önce görüştük. Orada, bir zaman tanıdılar ve avukatlarımızla görüştük. Akabinde de ertesi gün adliye götürüldüğümüzde uzun süre nezarethanede bekledik ve savcılığa ifade vermeden önce avukatlarımızla görüşme şansımız oldu. Sonra da mahkemeden önce avukatlarla görüşme şansımız oldu.
“Her giden de “Bileklerim çok sıkıldı, kızardı.” diyor. Doktor “Tamam, tamam.” diyor, gönderiyor.”
Hastaneye götürüldüğünde darp raporu alman gereken bir durum oldu mu?
İlk gün hastaneye götürüldüğümde benim parmağım kanıyordu çünkü gözaltına alma süreci içerisinde yere düşürülmüştüm ve bir polis elime basmıştı. Bir yaram açılmıştı. Parmağım basit bir kanama geçirmişti. İlk gün onu doktora gösterdiğimde bir pansuman yaptılar. Ama daha büyük bir problem yoktu. Doktor da orada şunu sordu bu polis tarafından mı oldu yoksa başka bir şeyden mi? Polisin elime basması sonucunda olduğunu söyledim, not aldı. Akabinde ertesi gün tekrar doktora götürüldüğümüzde, benim darp raporu alabileceğim bir şey yoktu. Darba uğramamıştım, şiddet görmemiştim yani fiziksel şiddet. İki gün de doktorun yanına polis girmedi. Sonrasında üçüncü gün adliyeye götürüleceğimiz sırada doktora gittiğimde kapıyı kapattık. Son gün adliyeye götürülürken ellerimiz çok sıkılmıştı, işkence denebilecek derecede sıkılmıştı ve bileklerim ve ellerim kırmızıydı. Açılmasını söylememe rağmen açmadıklarında da “Şikayet edersin çok istiyorsan” demişlerdi. Peki öyleyse, dedim. “İsminizi verirseniz hani, hiç olmazsa doktora vs. bildiririm.” dediğimde ismini vermemişti yanımdaki polis. Ama doktora götürdüklerinde bizi, şunu gördüm ben. Bir sıra oluyor orada, iki üç kişiyi beraber götürüyorlar. Bir baktım, polis tarafından bilekleri açılmadan, kelepçeler kolundayken doktora gösteriliyor ve çıkarılıyorlar. Her giden de “Bileklerim çok sıkıldı, kızardı.” diyor. Doktor “Tamam, tamam.” diyor, gönderiyor. Bunu gördüğümde ben kendime çok kızdım. Çünkü, nasıl polis, şüpheli ile doktorun yanına girebilir? Nasıl doktor buna müsaade edebilir? Doktora bunu sorduğumda bana cevap vermedi. Zaten yanımdaki polise hemen bunu söyledim, “Benimle giremezsin içeri.” dedim. “Tamam, açın bileklerini.” dedi, içeri girdik. Doktora “Ellerim böyle.” dedim. “Tamam.” dedi. Ama bir şey yazmamıştı, ben de rahatsız oldum. “Bunun tutanağını tutacak mısınız?” dedim “Tamam, tamam yazıyorum buraya bak. Yazdım yazdım, çıkabilirsin.” dedi. Bir aceleye getirme durumu söz konusuydu. Sonrasında çıktık.
Nezarethanede kaç kişiydiniz?
Dört tane büyük nezarethane, üç büyük hücre vardı diyebilirim. Dördünün dışında kalanlar ikişer kişilik hücreydi. İkişer kişilik hücrelerde, şilteye benzer iki tane minder vardı, yatak gibi yani. Ancak yürünecek çok alan yoktu. Büyük olanlarda ise kenarlarda olan oturma yerlerinin üzerlerinde ince minderler vardı, o spor yapma minderlerinden yere serip uyumak için. Biz 51 kişi gözaltına alındık. Kadınların hepsi, trans arkadaşımız hariç, iki koğuşa yerleştiler. Totalde 20 kişi kadarlardı, tam hatırlamıyorum sayıyı. Onlar kalabalık olarak koğuşa yerleştirildiler. Erkeklerin bir grubu kalabalık olarak bir koğuşa yerleştirildi. Biz, 4 kişi büyük olan koğuşlardan birine yerleştirildik. Yanımızdaki büyük koğuşta 10 kadar erkek vardı. Bizim koğuşumuzda ise biz 4 kişiydik. Bizim dışımızda kalan erkekleri de ikişer kişilik koğuşlara dağıttılar.
“Bu da biraz yargının önceden belli olduğunu gösteriyor”
Polis sorgusunda yaşadıklarından bahsedebilir misin?
Polis en başta zaten suçlamaları bana okuyarak “Bunlardan sorgulanıyorsunuz.” dedi ve günü anlatmam istendi. Bizim dört tane suç davamız vardı. Birincisi, kişi hak ve hürriyetini tehdit. Buradaki iddia, Melih Bulu ve diğer çalışanları rektörlük binasından çıkartmadığımız, çıkışını engellediğimiz iddiası. İkincisi, kişinin çalışmasını engelleme. Melih Bulu ve diğer çalışanları binaya sokmama ve çalışanların işlerine engel olma iddiası. Üçüncüsü, polise mukavemet, 2911 sayılı kanun polise direnme, görevini yaptırmama. Son olarak da kamu malına zarar verme, Melih Bulu’nun arabasına zarar verme iddiası var üzerimizde. Fakat bu suçlamaların hiçbiri şahsileştirilmemişti. Hepsi genel olarak bütün kitleye ithaf edilen suçlardı. Suçun asli unsurlarını oluşturabilecek hiçbir delil de ellerinde yoktu. Beyanat yoktu, maalesef. Yine de bu suçlamalarla karşılaştığımızda, o gün neler oldu diye anlatmamızı istediler. Bunun yanı sıra “Peki, sen orada ne yaptıklarını gördün mü?”, “Melih Bulu’nun arabasına kimin ne yaptığını gördün mü?” gibi sorular da sordular. Hatırladığım bunlar. Polis sorgusuna avukatımla beraber girdik. Ben sorgumu bitirdikten sonra avukatım da belli başlı eklemeler yapabildi.
Sorgu değil aslında. Onu düzeltmen lazım. Bu bir sorgu değil, bu bir ifade vermeydi. Aynı şey olarak değerlendiriliyor mu bilmediğim için belirteyim dedim. Bir kere karakolda ifade verdik. Ardından ertesi gün adliyeye götürüldüğümüzde, savcılığa ifade verdik. Savcılar verdiğimiz ifadelerden sonra bir kısmımızı tutukluluk istemiyle mahkemeye sevk etti. Bir kısmımızı ev hapsi istemiyle mahkemeye sevk etti. Bir kısmını ise saldı, 7 8 kişi kadar kişiyi, hiçbir talepte bulunmadan saldı. Bir de hakime ifade vermemiz gerekti. Fakat hakim bana da birçok arkadaşıma da – ben Çağlayan Adliyesi’nde 6. Ceza Mahkemesindeydim- “Herhalde, savcılıktaki ifadelerini tekrarlıyorsun, senden savunma almıyorum.” demiş. Ben, “Hayır, savunma yapmak istiyorum. Tekrar ifade edeceğim ama eklemelerim de var.” vs. dedikten sonra yeni bir ifade verebildim. Birçok arkadaşımızdan ifade almamış. Avukatlar müdahale ederek ifadesi alınanlar olmuş. Bu da biraz yargının önceden belli olduğunu gösteriyor.
Hakkında açılan davalardan bahsettin, bunların hepsinden mahkemeye çıktın mı?
Hayır, şöyle oldu, biz en başta isnat edilen 4 suçlamayla savcılıkta da karşılaştık. Sonunda 2 suçlama üzerinden tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildim. Tutuklamaya sevk edilen maddeler şunlardı: Kişi hak ve hürriyetlerini tahdit diye bir şey, tam hatırlamıyorum. Kişi hak ve hürriyetlerini tahdit ve polise mukavemet. Bu iki istinat üzerinden tutuklamaya sevk edildim. Fakat bu tutuklamanın makul olabilmesi için bir şüphe olması gerekiyor üstümde. Kaçabilmem, bu suçu sürdürebilmem ya da bu suçla alakalı herhangi bir delil karartma eylemine girebilmem için tutuklamaya sevk edilmem gerekiyor. Fakat suçlamanın hiçbiri böyle değil. Öte yandan da tutuklamaya sevk edilebilmem için bu suçların, yatarının olması gerekiyor bir şekilde. Fakat bu suçların toplamı bile yatırı olmayan suçlardı, avukatımın belirttiğine göre.
Devam eden adli bir süreç var mı peki?
Tabii. Şöyle bir adli süreç var. Sonrasında biz tutuklamaya sevk edildik, fakat hakimin verdiği karar şu oldu: Pazartesi günleri adli kontrol şartıyla salınmış oldum. Gözaltından bırakılmış oldum. Tutuklama talebim kabul edilmedi. Şimdi benim üzerime açılan soruşturma bu dört temel şey üzerinden, 4 temel suçlama üzerinden devam ediyor. Avukatın söylediğine göre farklı suçlamalar da eklenebilirmiş bu süreç içerisinde benim dosyama. Şu an açık olan bir dosyam var. Fakat sürmekte olan bir mahkemem yok. Bu soruşturma süresince pazartesi günleri mahallemdeki bölge amirliğine gidip parmak izimi okutuyorum. Polis memuru orada istersem parmak izi verebileceğimi, imzayla uğraşmayabileceğimi söyledi.
“Dedim: “O 30 kişiden biri benim demek ki…””
Serbest bırakılma nasıl oldu, neler hissettin?
Biz adliyedeki nezarethanede tutulurken ilk 7-8 arkadaşımızı yukarı çıkartacaklarını söylediklerinde, onları salacaklarını söylediler. Sonraki 7-8 kişiyi de salacaklarını söylediler ve 7-8 kişiyi alıp yukarı götürmeye devam ettiler. Bu kişilerin hiçbiri de aşağı inmiyor. Biz de onlar salındı sanıyorduk. Ben de dördüncü beşinci gruptum yukarı götürülen. Salınacağımı sanarak polis koluma girdi ve 7-8 kişi yukarı doğru çıkmaya başladık. Bir baktım, altıncı kata çıkarttılar. Altıncı katta mahkemelerin olduğunu biliyorum ama nasıl bir süreç işlediğini bilmediğim için herhalde birkaç işlem yapacaklar, bizi salacaklar diye düşünüyordum. Asansörden çıktık, bir baktık avukatlar bizi alkışlıyor. Dedim: “Aa, salınıyoruz yani o zaman!” Sonra bir arkadaşım dedi ki: “Abi 30 kişiyi tutuklamaya sevk etmişler.” Sonra avukatım olan abim yanıma geldi ve yüzü gergindi, bana sarıldı. Dedim: “O 30 kişiden biri benim demek ki…” Orada öğrenmiş oldum. Biraz gergin bir süreçti. Tutuklama talebinin çok anlamsız olduğu için tutuklanacağımızı düşünerek kitap listesi yapmaya başlamıştım ben de. İçerde vakit geçer falan diye. Sonra serbest bırakılınca mutlu olduk hakikaten. Yani özellikle ailem için baya sevinmiş oldum. Mahkemelerden tek tek ret kararı çıkınca tutuklamaya dair, her yerden çığlıklar geliyordu. Biz de baya mutlu olduk. Özellikle birkaç arkadaşım çok çok endişeliydi. Onların rahatlaması baya mutlu etmiş oldu beni. Çünkü ailesel süreçleri onlar için baya zorlayıcı olacaktı. Yani mutlu oldum tabii.
“Gün sonunda “Evet ya bizim polislikte de böyle, yapacak bir şey yok” dediler”
Gözaltı deneyimini kendi açından nasıl değerlendirirsin?
Benim için iktidarın kolluk kuvveti ile birebir yüzleşme imkanı tanıdığım bir yer olduğu için bol bol düşünmemi sağlayan bir süreçti. Genellikle bu süreci nasıl ilerletmemiz gerektiğini ve nerelerde daha stratejik davranmamız gerektiğini düşündüm gözaltı süreci boyunca. Arkadaşlarımla bu konularda belli başlı müzakerelerde bulunduk. Ya, durmadan aklıma gelen soru şu oluyor açıkçası benim bu gözaltı sürecinde: Yani böyle bir zeminden kurduğum için, orada genellikle bunu tartıştım. Birçok polisle diyaloğa girdim niye bu işi yaptıklarıyla ilgili vs. Bu polisler arasındaki hiyerarşinin nasıl işlediğini vesaire tartıştım. Onlara da aynı cümleleri kurdum. Siz memnun musunuz diyerek. Yani sizce bu kötü bir meslek değil mi vs deyip çok fazla diyaloğa girme şansım oldu. Ya da hesap vermemezlik tavırlarını özellikle eleştirip konuştum. Birçok polisin de hatta bu hesap vermeme meselesinden çok pişman olduklarını, daha doğrusu canlarının sıkıldığını görmüş oldum. Hatta bir polisle diyaloğumda maalesef şöyle bir şeyle karşılaştım. Onlara içinde bulundukları durumun çelişkili olduğunu ben anlattığım için, derdim bu olduğu için konuşurken mobbing meselesine de değindik. “Farkında mısınız yani kula kulluk ediyorsunuz yani ister istemez, bunu siz istemeseniz de yapıyorsunuz ya da bu sistem sizin bir şeyler tartışmanıza ve itiraz etmenize müsaade etmiyor değil mi?” diye sordum. “Evet, mesela bir arkadaşımız mobbinge uğradığı için geçtiğimiz haftalarda başına sıktı” dedi. Yani ben o sırada baya üzüldüm gerçekten. Normalde politik olarak hep karşı karşıya geldiğim bir yapı açıkçası polislik. Ama orada çok üzüldüğümü ve işte bu çelişkinin o kişide nasıl cereyan ettiğini görmeye çalıştım. Beni biraz şaşırttı çünkü. Ve sordum, o peki mobbing yapan amire bir şey oldu mu diye. “Tabii ki olmadı. Bunlar kötü insanlar, kötüye bir şey olmaz” dedi bana oradaki polis memuru. Orada biraz da süreçte şunu görmüş oldum: Gerçekten insanların mümkün olduğunu düşündükleri şey gerçekten maalesef çok dar. Çünkü böyle bir alan sunuluyor hem kültürel hem de siyasal etkiler tarafından, çok da farklı zeminler değiller zaten, farklı özneler değiller. Bunu biraz daha görmüş oldum, çünkü orada tartıştığım insanlar eninde sonunda benim söylediğimin haklı olduğunu söyleyip “Ya sen de haklısın ama bizim yapacak bir şeyimiz yok, başka ne yapalım ki?” diyerek bana cevap verdiler. 3-4 polisle baya uzun uzun böyle tartıştık, onlar bizi eleştirmeye başlıyorlardı. Gün sonunda “Evet ya bizim polislikte de böyle, yapacak bir şey yok” dediler. Kendim öznel olarak, süreçte karşılaştığım durum, tartıştığım meseleler biraz bunlardı ve beni de etkilemiş oldu genellikle. Polislerin neler düşündüklerini orada görmüş oldum, kendi süreçlerini nasıl eleştirdiklerini kendilerini nasıl ikna ettiklerini filan vs.
“Tamam üzgünüz müzgünüz ama, burada olmak lazım, baksana bu adamların muamelesi nedir”
Gözaltı deneyimin sonrasında, protesto süreci ile ilgili fikirlerinde ve duygularında farklılıklar oldu mu, ne düşünüyorsun?
Ben gözaltına alınmadan hemen önce biraz soğumaya başlamıştım, o günle beraber ateşim geri geldi diyebilirim. Soğumaktan kastım, biraz dargın olduğum çevreler vardı bu Kabe tartışması meselesi ile alakalı, çok savunulmamak ve gözetilmemekle alakalı bir problemdi. Çünkü işte birçok BİSAK’lının saldırısına uğramıştı o süreç içerisinde linç vs. filan böyle biraz canım sıkkınken, bu süreç olunca ben biraz daha “Yok ya sen ne diyorsun, hani tamam üzgünüz müzgünüz ama, burada olmak lazım, baksana bu adamların muamelesi nedir yani iyi ki de buradaymışım” dedim çıktıktan sonra. Gözaltında sadece şunu tartıştım kafamda, babamlar beni baya etkiledi yani zaten karşı durmuyorlardı fakat derdi biraz daha kuşandıklarını, onların da bu iftiraya karşı daha çok öfkelendiklerini gördüm, bu beni etkiledi. Ben de protestolara katılırken sadece şunu söylediler “Oğlum aman biraz daha dikkat et, yani tamam anlıyoruz biz seni ama biraz daha dikkat et” dediler. Ben de görünürlüğü daha çok kısmaya çalıştım sürecin başından beri çok yorulduğum için. Küçük bir dinlenme arası vermeyi filan düşündüm daha fırsat olmadı ama dediğim gibi yanİ biraz daha görünürlükten çekinmeye çalışıyorum herhangi bir açıklama vs. de arka taraflarda durmaya çalışıyorum çünkü soruşturma dosyasına ne eklenip eklenmeyeceğinden haberim yok.
“Öğrenciler bunu doğrudan hükümete bağlamasa bile hükümet doğrudan kendi üstüne almış oldu”
Şu anki gidişatla ilgili ne düşünüyorsun? İlerisi için umutlu musun?
Yani bizde umudu kesmek küfür sayılır. Ben çok İslamcı konuştum bugün, normalde böyle konuşmuyorum. (gülüyor:) Ümidi kesmiyorum genel olarak, şükür öyle bir tavrım var. Umutluyum tabi. Sonuçta ekmeğimiz bu. Süreci şöyle değerlendiriyorum. Bir örgütlülük eksiğimiz var kesinlikle. Burada aktif olan öznelerin bunda payı var. Boğaziçi Dayanışması benim doğrudan muhatap olduğum bir ekip ama ona dair de tabi eleştirilerim var. Örgütlenme süreci ile ilgili ya da süreci yönetmek konusundaki söylem geliştirmekte belli başlı fevri hareketler olabiliyor ama bu hikayenin, aslında bırakacağı şeyin örgütlü bir toplam; birbirinden haberdar olan, iletişimden vazgeçmeyen, günü geldiğinde ayrı durulsa bile birlikte durulması gerektiğini ifade eden öznelerden oluşan politik bir toplam bırakmasını diliyorum bugünlerin. Benim arzu ettiğim şey bu. Benim en büyük muradım da bu bugünlerden. Belli başlı örgütlenme sürecinin olması lazım. İnsanların temasını arttırması lazım. Bu sebeple bu tarz röportaj veya diyalog meselelerini, fikir aktarımını önemsiyorum. O teması kuvvetlendiren bir şey. Bu teması kurmadığımızda ilk başlarda olduğu gibi böyle örgütsüz hareketler cereyan ediyor fakat böyle bir temas olduğunda bir iletişim ağı ortaya çıkıyor. Bugün bir Melih Bulu gelir, yarın Berat Albayrak gelir ya da rektörlük YÖK’e bağlı bir şeye dönüşür. Bunlar genellikle alanların iktidar tarafından daha işlevsel hale getirilebilmesi ile alakalı şeyler. Kesinlikle politik kararlar. Bu politik kararlara karşı da örgütlü bir topluluğa ihtiyacımız var. Bugünlerden de bunun kalması benim en çok umut ettiğim şey. Mesela ben bizim okulun bir cennet olduğuna inanmıyorum ya da bir cennete dönüşebileceğine de inanmıyorum, aynı şekilde diğer üniversitelerin de. Ama okulun daha demokratikleşebilmesi için daha fazla inisiyatif alan insan ile, özne ile karşılaşırsak ne mutlu bize. Çünkü mesela biraz da insanların kendini sorumlu hissetmesi ile alakalı bir mesele. Bu sorumluluk tartışması yayılırsa birçok zeminde benim murat ettiğim şey olmuş olur, çünkü böyle bir şey olursa bir dahaki sefere rektöre karşı daha direngen olabiliriz. Daha doğrusu püskürtücü olabiliriz çünkü şu an direngen bir hat var. Püskürtme konusunda daha pratik, daha yapıcı bir şey kurabilme konusunda öğrenciler geri kalabiliyor, çünkü çok kuvvetli bir
yapı var karşımızda. 18 yıldır geri adım atmamış bir iktidarın bizzat üstlendiği bir durum. Bugün Cumhurbaşkanlığı, İçişleri Bakanlığı, İletişim Başkanlığı tarafından savunulan bir pozisyona gelmiş. Yani öğrenciler bunu doğrudan hükümete bağlamasa bile hükümet doğrudan kendi üstüne almış oldu. Dolayısıyla hükümetin geri adım atması olarak okunacağı için ben en olumlu sonucunun belli bir yapı bırakması olarak görüyorum arkasında.
Şu an gündelik hayatında ne yapıyorsun, nelerle ilgileniyorsun?
Devrim diyormuşum (gülüyor). Okul ile ilgileniyorum. Xxx diye bir eğitim programı var oraya gidiyorum fakat vakit ayırmakta zorlanıyorum bu süreçte. Belli başlı yapmak istediğim okumalar var. Onlarla ilgilenmeye çalışıyordum bu direniş süreci başlamadan önce, fakat yarıda kaldı. Günlük hayatta şu an bu süreci nereye götürebiliriz diye düşüyorum. Bununla ilgili tartışmalar yaptığım diyaloglar ile geçiyor günlük hayatım.
Bir arkadaşımızın gözaltı öncesi, sırası ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı röportaj serimizin beşinci yazısını okudunuz. Röportaj yaptığımız diğer arkadaşlarımızın hikayelerini önümüzdeki haftalarda sizlere aktarmaya devam edeceğiz. Yaşadığımız sıkıntıların paylaşıldıkça azaldığına inanan bizler, hikayelerimizi birbirimizle paylaşarak bu zor günlerden daha da güçlü çıkacağımızı biliyor ve gözaltı sürecinde yaşadıklarını bizimle paylaşmak isteyen tüm arkadaşlarımızı aramıza bekliyoruz.
İletişim: koldugmeleribusos@gmail.com