19. yüzyılın sonlarında Güney Afrika’da elmas ve altın madenlerinin bulunması Avrupa kıtasından bölgeye büyük bir göç dalgasının oluşmasına sebep olarak yerli halkın yaşamını büyük oranda değiştirdi. Uzun yıllar boyunca beyaz azınlığın yönetiminde yerlilere yapılan ayrımcılık ve sömürü 1948 yılında ırksal ayrımcılığı savunan Milliyetçi Partinin iktidara gelmesiyle resmileşerek devam etti. “Apartheid” (ayrılık, ayrı olmak) sloganıyla uygulanan resmi devlet politikasının çıkardığı yasalar ile ırk ayrımcılığı, siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamın her alanına yerleştirildi. Öyle ki, çıkarılan yasalarla siyahiler; düşük gelir ve yüksek yaşam maliyeti sebebiyle yoksulluğa maruz bırakıldı, eğitim almaları engellendi, beyazlarla evlenmeleri veya cinsel ilişkiye girmeleri yasaklandı, kentlerde beyazların yaşam alanı olarak belirlenen yerlere girmeleri yasaklandı ve kimlik kartı taşıma zorunluluğu getirildi. Hükümet bu yasalara karşı gerçekleştirilen sivil itaatsizlikleri ve pasif direnişleri çok sert cezalarla sindirmeye çalıştı: parklarda oturan, kimlik kartını taşımayı reddeden birçok siyahi tutuklandı, hapis ve para cezasına çarptırıldı. 21 Mart 1960 tarihinde yaklaşık altı bin kişilik grup polis karakoluna giderek kimlik kartı taşımayı reddettiklerini söyleyerek tutuklanma isteğinde bulundular. Çevrede bulunan halkın da desteğiyle beraber göstericilerin sayısı yirmi bine ulaştığında barışçıl ortam yerini kaosa bıraktı, polis topluluğun üstüne ateş açarak 10’u çocuk 69 kişiyi öldürdü. Olaydan 6 yıl sonra Birleşmiş Milletler, 21 Mart’ı “Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Gün” ilan ederek ırk ayrımcılığının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması çağrısında bulundu. Yıllar sonra bugün hala ırkçılıkla mücadelemizin devam ettiği ortada olduğundan, ırkçılığı yaratan sebepleri ve çözüm yollarını bir daha gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Irkçılık, insanların kültürel ve bireysel farklılıklarını biyolojik farklılıklarına indirgeyen ve kendi ırkını diğerlerinden üstün olarak gördüğünden diğerlerine hükmetmeye doğal bir hakkı olduğunu düşünen inançtır. İnsanların birlikte yaşayabilmesinin önünde büyük bir engel olan ırkçılık, tarihte binlerce insanın ‘farklı’ olduğu için ayrımcılık görmesine, şiddete maruz kalmasına ve öldürülmesine sebep olmuştur. Irkçılık kimilerine göre çok eski tarihlere dayanan bir olguyken, kimilerine göre ise tarihin belli bir aşamasında ekonomik sebeplere dayanan ideolojik bir inşa ile ortaya çıkmıştır. Günümüzde biyoloji temelli ırkçılığın çürütülmesiyle beraber “yeni ırkçılık” “ırksız ırkçılık” “kültürel ırkçılık” olarak anılan kültürel farklılıkların aşılamaz olduğu düşüncesi yerini almıştır. Kültürel farklılıkları doğuştan ve değiştirilemez olarak gören bu doktrin ise farklılıkların bir arada bulunmasını bir tehlike olarak algılar, gerçek dışı kategoriler yaratarak farklılıkları eşitsizliğe dayalı bir hiyerarşik sınıflandırmaya tabi tutar. Bugün dünyanın birçok yerinde özellikle göçmen azınlıklara yönelik dışlama, ayrımcılık, şiddet ve nefret söylemi gibi tutumların arkasında bu inanış vardır.
Tarihte katliam seviyesine çıkmış ırkçılık akımlarının çoğunun arkasında ekonomik sebepler bulunur. Kendini üstün olarak gören ırk, alt ırkı ucuz iş gücü kaynağı olarak kullanmak ister, böylece onu kendi refahı için çalıştırabilecektir. Siyahi köleliğin kaldırılmasına karşı kurulan yalnızca siyahilere değil farklı dinlere ve solculuğa da karşı olan Ku Klux Klan teşkilatı buna örnektir. Ekonomik bunalım altındaki ülkelerde azınlıkların ‘günah keçisi’ ilan edilmesi de birçok kez ırkçı ayrımcılıklara ve şiddet eylemenlerine sebep olmuştur. Örneğin; Nazilik, çöken Alman ekonomisinden Yahudileri sorumlu tutarak Yahudi nefretini körükleyerek 6 milyon kişiyi katletti. Ülkeler bazen de yeni işgal ettikleri ülkelerdeki insanlara sınırsız hükmetme hakkına sahip olduklarını varsayarak ırkçı eylemlerde bulunmuşlardır: işgal ettikleri halkı zorla göçe mahkum bırakmışlardır, Çerkes Soykırımı ve Elhamra Kararnamesi ya da baskı altında tutmuşlardır, Kızıl Çin. Irkçılık aynı zamanda işgal ve sömürünün meşrulaştırılması için de kullanılmıştır. İspanyollar ‘uygarlık misyonu’ ile Amerika yerlilerinin ‘doğal aşağı oluşlarını’ nı vurgulayarak bunu yapmışlardır
Günümüzde ırkçılığın yeni hali olarak ortaya çıkan ‘kültür ırkçılığı’ nın en güçlü argümanı dinler arasındaki farklılıkların bir arada yaşamamızın önünde engel taşıdığı görüşüdür. Dünya siyasetini şekillendiren üç büyük dinde de olan ‘kendinden önce gelen dinleri olumsuz görme ve hatta dini ve mensuplarını ayıplama’ anlayışı farklı dine mensup insanların bir arada yaşamasını zorlaştırdığı açıktır. Ayrıca monoteist insanların inanışlarına göre ölümden sonra insanların inanışlarına göre cennet ve cehennemde yaşayacak olanlar olarak ayrılmasının doğal bir sonucu olarak insanlar kendi dinlerindeki insanları daha üstün olarak görme eğilimdedir. İnanç farklılıkları çok uç noktalara kadar gidebilmektedir. Örneğin; inancına göre yanlış bir şey yaptığım için idam cezası savunuculuğu yapan biriyle birlikte yaşayabilmek elbette pek olanaklı değildir. Kültürel ırkçılığın argümanındaki yanlışlık ise dini farklılıkları değişmez karakterler olarak görmesi ve inanç mensuplarını abartılı tümevarımlar ile etiketlemesidir. Bir dine mensup insanların hepsini aynı olarak etiketleyen kültürel ırkçılık, gündelik dilimize bile işlemiştir. Müslümanlardan söz edilince akla gelen şiddet -terör, “Her Müslüman terörist değildir, ama her terörist Müslümandır.” gibi önyargılar bunun örneğidir. Bir diğer yandan Tanzimat döneminin ünlü “Gavura gavur denmeyecek.” meselesi ile ırkçılığın nasıl içimize yer ettiğini ve bilinçsizce ortaya çıkabileceğini görebiliriz.
Irkçılığı bütünüyle ideolojik olarak inşa edilmiş bir olgu olarak görenler de vardır. Milliyetçilik inşası sırasında her zaman ırkçılığa ihtiyaç duyulur: “biz” olabilmek için “öteki” gerekir. Tarihte yaşanan olaylara karşı intikam duygusuyla beslenen ve ortak düşman üzerinden insanları birleştiren milliyetçilik çoğu kez gerçeklikten uzak olduğundan ırkçılık, milliyetçiliğin inşa sürecinde her zaman eksik kalır. Günümüzdeki yaygın olan “Birlik olabilmek için teklik şarttır, farklı kimlik ve davranışlar tehlikelidir, yasaklanmalıdır.” zihniyeti böyle bir görüşün eseridir ve farklılıkları yok sayarak dışlayan her sistem gibi yıkılmaya mahkumdur. Ötekiyi yok etme arzusu yersiz bir çabadır, bir ötekiyi bastırdığın an diğeri ortaya çıkar. “Biz” olarak gördüğün grubun iyiliği için çabalamak doğal bir dürtüdür ancak bunu “öteki” ile eşit şartlarda yapman gerektiğini kabullenmen gerekir.
Irkçılığın sürekli olarak karşımıza çıkması ve mantıksal bir dayanağının olmadığını bildiğimiz halde dünyayı “biz” ve “ötekiler” olarak bölme güdümüze yenik düşmemisin sebebi onun evrimsel ve psikolojik ihtiyaçlarımıza karşılık vermesidir. Bir gruba ait olmak ve onunla birlikte hareket etmek, gruptan dışlanmaya göre daha avantajlı bir evrimsel konum olduğundan insanlar gruplar halinde yaşayan canlılar olarak evrimleşmişlerdir. Ait olduğun grubun güvenliği ve niteliği üyelerini de etkilediğinden, insanlar ait oldukları grupları daha üstün, diğerlerini ise tehlike olarak görme eğilimde olabilirler. Irkçılığın arkasındaki psikolojik sebepler ise varoluşsal kaygılarla alakalıdır. . “Ben kimim?” sorusuna anlamlı bir cevap vermeye çalışan bir insan ömrünü kendini aramaya adamaya hazır olmalıdır. Belirsizliğin arasında kendini bulmaya çalışan bir kişinin doğduğunda hazır olarak verilen sıfatlarda kendini bulması en kolay yoldur: “Kadınım, fakirim, Müslümanım ve Türk’üm.” Anlam dünyamız ise büyük oranda içinde büyüdüğümüz kültüre göre şekillenir. Bizden farklı biriyle karşılaşmak, gerçekliğimizin imha tehdidiyle karşılaşmaktır; bizimkinden çok daha farklı bir anlam dünyasının olanaklı olduğunu fark etmek, eğer üzerinde yeterince düşünmediysek ve tatmin edici cevaplarımız yoksa anlam dünyamızdan şüphe etmemize yol açar. Varoluşsal bir kaygı sonucu ortaya çıkan nefreti ise kendimize değil, bizden farklı olan ötekiye yöneltiriz çünkü tüm anlam dünyamızı gözden geçirmekten daha elverişlidir ve şimdiye kadar yürüdüğümüz yolun yanlış olabileceği ihtimalini görmezden gelmemizi sağlar.
‘Zenofobi’ olarak adlandırılan ‘yabancı düşmanlığı ve korkusu’ ise ırkçılıkla ilişkili olan psikolojik bir rahatsızlıktır. Dünyanın karmaşıklığına rağmen onu anlamlandırmaya çalışan insanlar onda olduğundan daha fazla düzen bulurlar; dünyaya kalıplar ve önyargılar ile bakarlar. Saf iyiler ve kötülerin olduğu bir dünyada yaşamak daha az kafa karıştırıcı olacağından insanları iyi ve kötü kutuplarına ayrılmış olarak görürler. Saf iyinin cisimleşmesini meleklerde saf kötünün cisimleşmesini ise şeytanda görürler. Oysaki iyi ve kötü olma kabiliyeti her insanın içindedir, kendi içindeki kötünün cisimleşmesini görmeye ihtiyacı olan insan ise düşman yaratır. Sınırsız olanağın arasından seçim yapma sorumluluğunu üstlenmeye cesareti olmayan insanlar için kendini olumsuz olarak kurmak ‘ben onlar gibi değilim’ , olumlu olarak kurmaktan ‘ben buyum’ çok daha kolaydır. Eğer senden farklı olan insanlar yalnızca ‘var oldukları’ için seni rahatsız ediyorlarsa ve seni ‘iyi’ yapan tek şey onlardan olmamansa; bu kendi içindeki tatminsizliğin ve kurduğun anlam dünyasının yetersizliğinin bir yansımasıdır.
Farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabilecek duruma gelmek için yapabileceğimiz en iyi şey kendimizi tanımaya, sınırsız olanaklar içinden seçim yapma sorumluluğunu alarak kendi kendimizi kurmaya başlamaktır. Böylelikle benliğimizde kendi emeğimiz olmayan, kendi seçmediğimiz şeylerle övünmek yerine farklılıklarla yüzleşme cesareti kazanırız. Kendi içindeki karanlığı keşfeden insan, ötekiyi günah keçisi olarak kullanmaktan vazgeçer, kendi karanlığını affedebildiğinde karşısındakine karşı da daha merhametli olur. Kendini kendi yolundan aramaya başladığında zorunlu olarak değişmeye başlarsın, katı sınırların kalkar ve farklılıkları korkulacak değil kendini geliştirecek şeyler olarak görürsün.
Şevval Gizem Sancak