Yıldız Silier İle Özgürlük Üzerine Söyleşi -1-

Halka Yol Gösteren Özgürlük” (Liberty Leading The People), Eugene Delacroix, 1830.

Eslem Kınay

(*Söyleşi 2022 yazından. Üniversite yönetimi dönem içerisinde basılı sayı çıkarmak için matbaayı kullanmamıza izin vermedi. Dijital versiyonu da bu yazdan. İyi okumalar.)

Kısım I: Yazılı Söyleşi 

Oldukça genel bir tanımla başlayacak olursak özgürlük nedir veya ne zannedilir?

İlk bakışta, canının her istediğini yapabilen bir insanın özgür olduğu düşünülür. Böylece mutluluk ve özgürlük kavramları genellikle birbiriyle karıştırılır. İsteklerimizi karşılamanın en önemli aracı para olduğuna göre zenginleştikçe özgürlüğümüzün artacağı varsayılır. Öte yandan özgürlük, kuralsızlık ve sorumsuzlukla ilişkilendirilerek toplumda yaşayan yani toplumsal normlara uymak, arzularını dizginlemek zorunda kalan bireyler için özgürlüğün imkânsız olduğu düşünülür. Başka bir açıdan bakıldığında seçimlerimizin genetik belirlenimler, yetiştirilme tarzımız ve toplumsal beklentiler tarafından belirlendiği, özgür irademizin olmadığı ya da çok sınırlı olduğu varsayıldığı için özgürlüğün aslında bir yanılsamadan ibaret olduğu sanılabilir. Özgürlüğe dair bu üç yaygın görüşün ortak noktası siyah-beyaz, dualist (ikici) bir düşünce biçimine dayanmasıdır. İlkinde özgürlük güç sahibi olmakla, ikincisinde zorunluluklardan kurtulmakla, üçüncüsünde de hiçbir etkilenme olmadan seçimler yapabilmekle özdeşleştirilir. 

Fred Alford, 2005 yılında yayınlanan Özgürlüğü Yeniden Düşünmek: Neden Özgürlük Anlamını Yitirdi ve Onu Kurtarmak için Ne Yapılabilir? kitabında 2000’lerde elli Amerikalı öğrenciye “Özgürlüğü nasıl tanımlardınız?” sorusunu yöneltir. Cevapların iki öbekte toplandığını fark eder. Öğrencilerin bir kısmı özgürlüğü, mutlak güç sahibi olmak, yani hayatlarını tümüyle kontrol edebilmekle eşitledikleri için özgürleşmenin en mantıklı yolunun para ve toplumsal statü elde etmek olduğunu iddia ederler. Öğrencilerin diğer yarısı ise özgürleşmenin yolunun sorumluluklardan kurtulmak, hiçbir şeyi kafayı takmamak ve rahatlamak olduğundan bahsederler. 

Günümüzde aşırı rekabetçi çalışma hayatlarımızda ilk bakış açısına, eğlence odaklı boş zamanlarımızda ise ikincisine ulaşmaya çalışıyoruz. Ama hayatımız bu kadar farklı ilkeleri olan iki alana ayrıldığı için de kendimizi bir türlü özgür hissedemiyoruz. İşimizde kendi çabamız ve yeteneklerimizi kullanarak kariyer basamaklarını çıkabileceğimiz vadediliyor. Halbuki liyakatın önemsenmediği, patronun keyfi şekilde çalışanları işten atabildiği, daha ucuza çalışacak stajyerleri tercih ettiği durumlar ne kadar da yaygın. İş alanındaki belirsizlikler ve çalışanlar arasında dayanışmadan ziyade rekabetin egemen olması nedeniyle çalışma hayatı kaderimizi kontrol edebildiğimiz bir alan değil. Günde 10 saat bu kadar stres ve kaygıya maruz kaldığımız için boş zamanlarda da gerçek anlamıyla dinlenmek, kendimizi canlı ve yaratıcı hissetmemiz mümkün olmuyor. Eğleniyormuş gibi görünen anlarının fotoğraflarını çekip Instagram’da paylaşan ve kendisini ancak beğeni sayısı arttıkça kısa bir süreliğine iyi hissedebilen insanlar artıyor. Ama dış bakışın onayına bu kadar muhtaç hatta bağımlı hale gelmiş bireyler için aldıkları “beğenme” sayısı asla yeterli olmuyor. İşteki rekabetin yerini boş zamanlarında “gıpta edilesi” hayatları izleyerek haset duygularının artması geçiyor. Esas konudan saptığımı düşünebilirsiniz belki ama neden bir türlü özgür olamıyor, kendimizi özgür hissedemiyoruz sorusunun cevabının buralarda olduğunu düşünüyorum.  

Özgürlük, doğumumuzdan itibaren bize verilen bir hak mıdır yoksa bir kazanım mıdır? 

Bu soruya cevap verebilmek için özgürlüğün bir durum mu yoksa süreç mi olduğuna odaklanmamız lazım. İnsan haklarına saygılı, ücretsiz ve kaliteli eğitim ve sağlık hakkını tüm vatandaşlarına sağlayan az sayıda ülkede doğanlar özgürlüğü doğuştan gelen bir hak olarak görüyorlar; özgürlüğün bir ayrıcalık olduğunu fark etmiyorlar. Filozof John Locke; yaşam, özgürlük ve mülkiyetin doğal haklar olduğundan söz ediyor. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde doğal yani doğuştan gelen insan hakları yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşine düşme hakkı olarak belirtiliyor. Ama maalesef dünyanın çoğu yerindeki çoğu insan bu haklara fiilen sahip değil. Yaşam hakkı, öldürülmeme hakkına indirgeniyor. Yani birisi öldürülürse devletin görevi, öldüreni cezalandırmak. Ama “herkesin yaşam hakkı vardır” dediğimizde beklentimiz bu değil ki! Herkesin insanca yaşamaya hakkının olması için devletlerin görevlerinin güvenliği sağlamanın çok ötesine geçmesi ve sosyal adaleti uygulaması lazım. Herkese kendini geliştirme fırsatlarının açık olması, yoksulların, azınlıkların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmemesi de gerekiyor. Bu hedefe ulaşabilmenin tek yolu da yüzlerce yıldır süren sosyal adalet mücadelesine bir ucundan katılmakla mümkün. Yani bence özgürleşme, kazanılan bir şey; birlikte mücadele ettikçe, dayanıştıkça bencilliğimizin ve korkularımızın azalması ve hayatımıza neyin anlam katacağını bulmakla doğrudan ilişkili. 

Biraz önce bahsettiğim kitabı yazan Fred Alford’un öğrencilerin sahip olduğu iki farklı özgürlük anlayışını birleştirmek için önerisi de “birlikte özgürleşmek”. Caz müzikteki doğaçlamayı buna örnek olarak veriyor. Bizimle benzer frekanstaki insanlarla buluşup ortaklaşa yarattığımız anlarda en yoğun özgürlük deneyimini yaşadığımızı iddia ediyor. Derslerimde öğrencilerle birlikte beyin fırtınası yaptığımız zamanlar benim de kendimi en özgür hissettiğim anlardan biri. Kamusal alanların canlanmasıyla, birbirlerini önceden tanımayan farklı görüşlerdeki insanların konuşabildiği, birlikte spor yaptığı, satranç oynadığı, dans ettiği, yemek pişirdiği, birlikte pişirilen yemeklerin paylaşıldığı yerlere dönüşmesiyle özgürleşebileceğiz. Gezi direnişine katılanların yaptığı gibi şehir hakkına sahip çıkmak bunun önemli adımlarından biri.  

Yazmış olduğunuz “İki Özgürlük Anlayışı” adlı makalenizden de bahsedecek olursak negatif ve pozitif özgürlük nedir, açabilir misiniz?  

Bahsettiğiniz makaleyi 2003’te İngiltere’de doktoramı bitirip çiçeği burnunda bir akademisyen olarak Boğaziçi Felsefe bölümüne geri döndüğüm zaman yazmıştım. Yeniden okuduğumda sanki başka birinin makalesini okuyor gibi hissettim. 19 yılda insan ne çok değişiyormuş! Hâlâ beni en çok büyüleyen kavram özgürlük ve negatif-pozitif özgürlük ayrımının önemi konusundaki fikrim de fazla değişmedi ama o makaledeki akademik üslubumdan kurtulabildiğim için seviniyorum. Bu ayrımı 1958’de ortaya atan Oxford profesörü Isaiah Berlin, Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin arasındaki ideolojik mücadelede bir taraf tutuyor ve sonraki tartışmalara damgasını vuran bir ayrım yapıyor. 

Özgür dünyanın temsilcisi olduğunu iddia eden ABD’nin savunduğu negatif özgürlük anlayışına göre, özgürlük ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımlanıyor. Buna göre, baskı yoksa özgürlük vardır. Yani özgürlüğün tanımlanması için nelerin “baskı” kavramına dahil olduğunun net bir şekilde tanımlanması yeterlidir. Negatif özgürlüğü savunanlar baskı kavramını diğer bireylerin ya da devletin özel alanımıza müdahale etmesine indirgiyorlar. Böylece insan haklarını koruyan ve ekonomiye müdahale etmeyen yani ekonominin işleyişinin sonucunda ortaya çıkan gelir eşitsizliklerini düzeltmeye çalışmayan bir devletin tüm vatandaşları negatif özgürlüğe sahiptir. Halbuki ilk soruda da bahsettiğim gibi, saf bir negatif özgürlük perspektifi zengin-yoksul uçurumu ekonomik ilerlemeye paralel olarak arttıkça, yasal hakları olsa da insanca bir hayat süremeyen, yoksulluk, borç ya da bağımlılıklar nedeniyle özgür olamayan insanların durumunu görmezden geliyor. 

  Sovyetler Birliği 1917 devrimiyle kurulduğunda vatandaşlarına vadettiği iş güvencesi, bedava eğitim, sağlık ve barınmayı içeren farklı tür bir özgürlüktü. Sosyalizmin özgürlük anlayışı, bireylerin başkalarının müdahalesi olmadan arzularının peşinde koşması değil, kendi hayatı üzerinde daha fazla kontrol sahibi olma olarak özetlenebilecek pozitif özgürlüktü. 

Negatif ve pozitif özgürlük arasındaki farkları şöyle özetleyebiliriz. Negatif özgürlüğün temeli eylem ve seçim özgürlüğüdür. Vitrinlerdeki mal çeşitliliğinin artmasının herkesin özgürlüğünü artırdığı varsayılır. Bireyi esasen tüketici olarak ele alır. Pozitif anlayışa göre özgürlük, baskı ve kısıtlamaların olmaması durumu değil, tahakküm ilişkilerinden kurtulma deneyimidir. Hem birey olarak değerlerimize uygun bir yaşam hem de toplum olarak kamu yararını gözeten kurumlar geliştirebilmemizle ilgilidir. Bu nedenle pozitif özgürlüğün ön koşulları demokrasi ve sosyal adalettir.

Özgür bir toplum ile özgür bir birey arasında nasıl bir ilişki vardır? Biri olmadan diğeri olabilir mi?

Bu sorunuz, yukarıda anlatmaya çalıştığım farkları çok güzel özetliyor aslında. Negatif özgürlük bireyci, pozitif özgürlük ise bütünselci (holistik) bir yöntem kullanıyor. İlkine özgür toplum içinde yaşayan bireylerinin özgür olduğu toplum demek. Mikrodan makroya geçiyorlar. Eylem özgürlüğümüz ve seçme özgürlüğümüz varsa özgür bireyleriz; bunun için gerekenler de hukuk devleti ve kapitalizm. Oysa pozitif özgürlüğe göre ancak özgür bir toplumda yaşıyorsak tam anlamıyla özgür olabiliriz. Bunun için de ekonomik sömürü, cinsiyetçilik, ırkçılık, zenofobi ve diğer ayrımcılık biçimlerinin aşılması gerekiyor. Ama pozitif özgürlük için özgürlüğün varılacak bir hedef ya da durum değil bir süreç olduğundan bahsetmiştim. Binlerce yıldır süren bu adaletsizliklerin sona ermesi için mücadeleye yapabileceğimiz katkılar özgürleştirici deneyimler. Bireysel özgürlük ve toplumsal özgürlük birbirini besleyen faaliyetler. 

Pozitif özgürlük Türkiye için ne kadar gerçekçi? Sadece devletin ve devlet yapısındaki kurumların değil, toplumun da bu anlayışı benimsemesi uzun vadede dahi olsa mümkün müdür? 

Hedeflerimizin gerçekçi olması şart mı? Ekolojik kriz ve küresel ısınma bize dünyayı kurtarmak için son 30 yılımızın kaldığını gösteriyor. Yaşam biçimlerimizde, enerji kaynaklarımızda, önceliklerimizde radikal değişimler yapmazsak ve bunun için de karı önceleyen, insan hayatını ve doğayı değersiz hale getiren kapitalizmden kurtulmamız şart. Bunu başaramazsak, torunlarımıza çoğu hayvanın ve bitkinin soyunun tükendiği, kirli hava nedeniyle gaz maskeleriyle dolaşılan, seller ve kuraklık nedeniyle milyonlarca kişinin iklim göçmeni olduğu, yaşanamaz, distopik bir dünya kalacağını biliyoruz. Herkes “Nasılsa kimse bunu umursamıyor, devletler göstermelik hedefler belirliyor, yapacak bir şey yok” deseydi bu kendini gerçekleştiren bir kehanet olacaktı. Çevreci hareketin genişlemesi ve hükümetlerin göz ardı edemeyeceği bir baskı grubuna dönüşmesi hayati önemde. 68 kuşağının ‘’gerçekçilik ve ütopik olmak yanlış’’ ikilemine karşı dillendirdiği “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” düsturunu hayata geçirmeye şu anda çok ihtiyacımız var.

Türkiye’deki insanların önemli ölçüdeki bir kısmının, yaşanan hak ihlalleri ve özgürsüzlükler karşısında sessiz kaldığına şahit olduk. Bu sessizliğin sebebi ile insanların özgürlük anlayışları arasında doğrudan bir bağlantı kurabilir miyiz?

Bence kurabiliriz. Bir toplumdaki atasözleri toplumsal önyargıları yansıtıyor olabilir. “Gemisini kurtaran kaptan”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “babana bile güvenmeyeceksin”, “sürüden ayrılanı kurt kapar”, “köprüden geçene kadar ayıya dayı demek”… Kaotik bir ülkede yaşıyoruz, geleceğe dair belirsizlikler, ekonomik ve siyasi krizler, adalete güvenin azalması, insanların en temel hayatta kalma içgüdüleriyle davranmasına ve yakın çevresi dışında kimseye güvenmemesine yol açıyor. Bu da bir kendini gerçekleştiren kehanete dönüşüyor. Başkalarına güvenmedikçe, tüm enerjimizi olası tehlikelerden korunmaya adıyoruz, proaktif yerine tepkisel, dayanışmacı değil rekabetçi davranıyoruz. Bence alışageldiğimiz fikirleri ters yüz etme vaktimiz geldi. İnsanlar bencil olduğu için dünya bu kadar berbat bir yere dönüşmedi. Bu inancımız nedeniyle bencilleştik ve dayanışmanın verdiği mutluluk ve anlam hissini unuttukça kendi kabuğumuza daha çok çekildik; umursamaz, adaletsizliklere tepkisiz, acıdan kaçtığı için hayattan zevk de alamayan, yaşayan ölüler haline dönüştük.

***

Kısım II: Sözlü Söyleşi -1

Yanıtlarınızın birinde “Herkesin insanca yaşama hakkının olması için devletlerin görevlerinin güvenliği sağlamanın çok ötesine geçmesi, sosyal adaleti uygulaması lazım.” diyorsunuz. Ve devamında “Bu hedefe ulaşabilmenin tek yolu, yüzlerce yıldır süren sosyal adalet mücadelesine bir ucuna katılmakla mümkün.”  derken, sosyal adalete olan vurgunuz neden? 

Burada aslında iki amacım vardı. Bir tanesi Isaiah Berlin’den bahsetmiştik ya ‘’negatif-pozitif özgürlük’’. Onun suçlamalarından biri şu: Pozitif özgürlüğü savunanlar, tüm değerlerin bir arada olduğuna inanıyorlar. Tüm iyi şeyler bir aradadır. Adalet, eşitlik, özgürlük, erdem, dayanışma, aklınıza gelen her şey. Varsa hepsi vardır ya da hiçbiri yoktur. (O) Buna tekçilik diyor, ‘’değer tekçiliği’’ ve bu yanlıştır. Değerler aslında birbiriyle çelişebilen şeylerdir. Ama bu çelişkiyi yok sayıyorlar. En çok da adalet konusunda diyor ki, örneğin hak mücadeleleri aslında adalet arayışıdır. Özgürlükle hiçbir bağlantısı yoktur. Bu iddiasının tarihsel arka planı çok önemli. Yazıldığı dönemde sömürgeciliğe karşı mücadeleler var ve biz ülkemizin özgürlüğünü istiyoruz, ulusal özgürlük istiyoruz diyorlar. Berlin ise diyor ki: Onların gerçek istediği özgürlük değil, tanınma ihtiyacı. Örneğin, bir Cezayirli olarak tanınmak istiyorlar dünya sahnesinde. Yani bu, değerleri çok fazla parçalara ayırıyor. Ben de değerlerin bu denli birbirinden ayrılamayacağını ve bazı iyi şeylerin hakikaten birbirini destekleyerek bir arada olduklarını vurgulamak için, sosyal adaletin özgürlüğün en önemli ön koşulu olduğunu vurgulamak istedim.

Peki sosyal adaletin tanımı nedir?

Adalet ve sosyal adalet tartışması 1980’lerde başladı. 80’lerde adalet şöyle tanımlanıyordu: Yasalar önünde insanların hakları var ve bu hakları devlet koruyorsa ve hakları ihlal edenleri cezalandırıyor ise adalet tesis edilir. Yani İngilizce’de law & order. Hukuk ve düzen eşittir adalet. Peki, adalet hangi mekanizma ile sağlanır? Mahkemeler, polis, askerler, iç güvenlik, dış güvenlik. Böylece güvenlik ve adalet eşitleniyor. Diğer kampta olanlara, yani refah devletini savunanlara da deniyor ki sizin istediğiniz adalet değil, sosyal adalet. Ama bu talep ettiğiniz, doğal düzene bir müdahaledir. Siz altta kalanın canının çıkmamasını istiyorsunuz; devlet yoksulları da bir şekilde korusun. Ve böyle ise, esas “normal” olan ekonomi ve piyasanın eşitsizliği artırmasıyken, siz bu gidişatı tersine çevirmeye çalışıyorsunuz. Bir çeşit Robin Hood‘culuk gibi zenginden daha çok vergi alıp yoksulu desteklemek. Bu doğal gidişatı bozduğu için zararlıdır. İyi niyetli bir çaba ama bırakın hayırseverler yoksullara yardım etsin. Devletin bu konuda hiçbir görevinin olmaması gerekir. Yani devletin yoksulluğu önleme görevi olduğunu savunanları ‘nanny  state’, büyükanne devleti, savunmakla suçluyorlardı. Halbuki pozitifçiler tam tersini söylüyor. Özgürlük her ortamda yetişebilen bir çiçek değildir. Suya ihtiyacı var, havaya ihtiyacı var, gübreye ihtiyacı var. İşte bu ortamı sağlayan refah devletinin sosyal adalet ile ilgili yaptığı kurumlar ve uygulamalardır.

O halde bunun neo-liberal devletlerin anlayışıyla örtüştüğünü söyleyebilir miyiz?

Tam tamına. Neo liberalizm diyor ki, biz aslında özgürlüğü arttırıyoruz herkes için. Arada eşitsizlikler olabilir, bazıları bundan zarar görüyor da olabilir ama en azından herkese özgürlük sağladık. Pozitifçiler diyor ki, eğer sosyal adaletsizlikler arttıysa, yani zengin ve yoksul uçurumu; o zaman siz özgürlüğü de sağlayamazsınız, biri olmadan diğeri de olmaz. 

Bir de “Kamusal alanların canlanması ile birbirlerini önceden tanımayan, farklı görüşlerde insanların konuşabildiği…” yanıtınıza ek olarak bize kamusal alanın canlanmasına ilişkin çeşitli örnekler verebilir misiniz? 

Bunun Türkiye’de en somut örneğini Gezi’de gördük. Mesela Gezi’de sadece forumlar olmadı, ortak bir kütüphane oldu. Herkesin belli şeyleri bıraktığı bisküviler, sigara, şu bu, ihtiyacı olan oradan alabiliyor. Öyle bir market oluştu mesela. Herkesin neyi varsa onunla katıldı. Mesela bir yoga hocası yoga dersi verdi bedava. Feministler, taraftarların sloganlarındaki cinsiyetçi ifadeleri düzelttiler. Herkes elinden ne gelebiliyorsa yaptı. Bu işte karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma ortamı. Kamusal alanların canlı olduğu iki örneği şahsen deneyimledim. Bir tanesi Fas, ikincisi Küba. Birbirinden çok farklı rejimler. İkisinde de park ve bahçelerde insanlar sadece oturup kendi aralarında muhabbet etmiyorlardı. Yaşlılar bir köşede Tai Chi yapıyorlar her sabah. Mahallenin bir ortak mekanı gibi. Gençler Uzakdoğu dövüşlerini pratik yapıyorlar, anneler birbiriyle sohbet ederken çocuklar ileride salıncakta sallanıyor. Farklı yaş grubundan insanların bir arada oturup sosyalleşebilecekleri ve paylaşabilecekleri bir yer. Bir sivil toplum kuruluşu gibi değil, çok spontane orada bulunuyorlar. Ya da bir kentte sokak müzisyenlerinin olması ve onları dinlerken aralarında konuşan, sallanan, dans eden birilerinin olması bile, kente daha ait hissetmemizi sağlıyor. Böyle mekanlar Türkiye’de çok azaldı günümüzde.

Peki böyle mekanların olmaması, devletten kaynaklı mı yoksa toplumun benimsememiş olmasından mı?

Toplumda, insanların birlikte özgür olmasının ön koşulu, herkesin eş, dost, akraba, arkadaş çevresinin dışında da ilişkiler kurabilmesi. Bunu yaptıkça, kamusal alanlar canlı oldukça birbirlerine güven duymaya başlıyorlar. Bu da özgür toplumu kurmanın ilk aşaması zaten. “O kadar da farklı değilmişiz.” Normalde dışarıdan bakınca önyargım olan bir insanla oturup satranç oynuyoruz mesela. İki muhabbet ediyoruz ve artık kutuplaşmalar etkisini azaltıyor. Böylece, “ben sadece bir birey değilim, bu ülkenin, bu şehrin anlamlı bir parçasıyım” düşüncesi canlanıyor. Özellikle otoriter devletler, insanların sadece tüketici ve çalışan olarak birlikte olmalarını mümkün kılan mekansal düzenlemeler yapıyor. Halbuki şehir planlamacılarının tasarladığı, ya da şehir hakkı aktivistlerinin yarattığı birlikte yaşamı keyifli hale getiren alternatif kamusal alanlara bakarsak farklı alternatifler bulabiliriz.

Sizce Türkiye’de o güven ilişkisi çok oturmamış ve insanlar birbirine güvenmiyor mu?

Zaten yıllardır kutuplaşmanın çok arttığı söyleniyor. Kutuplaşma nedir? Biz ve ötekiler. Farklı konularda. Bu çok keskin yaşanıyor Türkiye’de. Bu bahsettiğim Fas’ta da, Küba’da da, biz-ötekiler ayrımı bu kadar keskin değil. İnsanlar daha sık ortak etkinliklerde buluşuyor; birlikte dans ediyor ya da muhabbet ediyorlar.Ortak kamusal alanlar bunu sağlıyor. Yani sadece devlet bir yanda, aile bir yanda değil, ortak bir tampon bölge oluşturuyorlar. Biz hissiyatını, bir mekana ait olma deneyimini yaşayabiliyorlar. Müdavimi olduğunuz yerleri düşünürseniz bu söylediklerim daha somutlaşabilir.

Üstün Hoca (Ergüder) demişti ki, Türkiye aslında yönetilmesi kolay bir ülke, çünkü toplumda sağlam bir güven ilişkisi bulunmakta. Kapalıçarşı’da esnafların birbirine yüklü miktarda döviz emanet etmelerini de bir örnek olarak vermişti. Yani şeffaflığı sağlayacak bir yönetim olduğunda, işlerin kolaylıkla yola koyulabileceğinden bahsetmişti. Bu durumda, toplumdaki güvenin hala çözülmediğini söyleyebilir miyiz?

Bir açıdan söyleyebiliriz. Mesela 99 depreminde, arama kurtarma çalışmalarında devlet anında harekete geçememişti. Nasuh Mahruki idi galiba, bu arama kurtarma çalışmalarını yöneten sivil toplum örgütleri ve vatandaşların kendi inisiyatifiyle hemen bir birleşme olmuştu. Kimin neye ihtiyacı olduğu hemen organize edildi ve göçük altından ne kadar çok kişi kurtarıldı bu sayede. Tepeden beklemek ve talep etmek yerine, özellikle afet durumlarında böyle bir dayanışma ağının oluşması meğer her ülkede varmış. Çoğu İnsan İyidir diye bir kitabı var Rutger Bregman’ın.  Orada bunun başka örnekleri de var. Kamusal alan sadece dışarıdan devlet şunları yapsın ki, kamusal alan canlansın değil, içgüdüsel olarak yardımlaşma. Mesela Türkiye’de tek maaşlı aileler, köyden gelen erzak sayesinde geçinebiliyorlar.  Böyle ağlar toplumda zaten var insanlar tek başına hayatta kalamadığı için. Bunların daha da canlandırılması lazım.

Şöyle demiştiniz:“Eylem özgürlüğümüz ve seçme özgürlüğümüz varsa özgür bireylerden bahsedebiliriz. Bunun için gerekenler de hukuk devleti ve kapitalizm.” Neden kapitalizm?

Bu negatif özgürlüğü savunanların tezi, yani benim fikrim değil. Negatif özgürlüğe göre, özgürlüğün temel iki bileşeni var: Eylem özgürlüğü ve seçimi özgürlüğü. Eylem özgürlüğü “bana gölge etme yeter” demek. O yüzden hukuk devleti. Kimse başkalarının işine burnunu sokmasın, herkesin özel yaşamı kendinedir. Bunu sağlayan da hukuk devleti. Seçim özgürlüğü de piyasadaki malların çokluğu, çeşitliliği ve tüketici olarak kendinizi tükettiklerinizle ifade etmeniz. Bunu en iyi sağlayan sistemin kapitalizm olduğunu iddia ediyorlar.

Şu anda da öyle değil mi?

Evet, şu anda en yaygın özgürlük anlayışı bu. Bize gereken hukuk devleti ve canlı bir piyasa diye düşünüyorsunuz. Ama bu özgürleşmek için başka nelerin gerektiğini düşünmemizi engelleyen bir klişe aslında.

Tüketim toplumuna dönüştüğümüz için, seçim özgürlüğü sadece ekonomiyle ilişkilendirilir oldu.

Evet, ekonomik ilerleme oldukça ve “ülke ilerledikçe” dünyanın her tarafından mallara erişimimiz olacak. Yani tüketiciler olarak özgürleşeceğiz diye varsayılıyor. Ama her mevsim domates bulunması ya da rafların dolu olması, çoğunluğun onlara erişebileceğini göstermiyor ki. Yoksulluk arttıkça, çoğu cazip ürün sadece azınlığın elde edebileceği şeylere dönüşüyor. Ya da herkesin cep telefonunun olması bizim daha refah içinde yaşadığımızı göstermiyor. 

O zaman şunu söyleyebilir miyiz: Mesela Türkiye’de çokça haksızlıklar yaşandı fakat insanlar buna sessiz kaldı. Ekonomi kötüleşmeye başlayınca insanların direkt olarak seçme özgürlüğü kısıtlandı ve buna ses çıkarmaya başladılar.

Aynen öyle. Yani en iyi ihtimalle ikincisinde, ekonomik krizin kendilerine dokunduğunu hissediyorlar. Ben tüketemiyorsam, defolu tüketici haline geliyorsam, bu özgürlüğümü yok eder diyorlar. Ama “başkasının başına gelen bir adaletsizlikten bana ne, beni doğrudan ilgilendirmiyor ki” fikrinin altında yatan “karışırsam benim de başım belaya girer” ve “ses çıkarsam bile bir şey değişmeyecek ki” iç sesleri de bizi ataletsizliğe sürüklüyor.

Peki Türkiye’deki insanların özgürlük anlayışıyla negatif özgürlüğün doğrudan özdeşleştiğini söyleyebilir miyiz? 

Bence dünyadaki insanlar için de bunu söyleyebilirizs. Ama burada bir ekleme yapmak istiyorum. İlk sorunuzda Amerikalı öğrencilerle yapılan bir anketten bahsetmiştim. Öğrencilerin “özgürlük sizce nedir?” sorusuna cevabı ya her şeyi yapabilmek -ki para ile mümkün- ya da rahatlamak, bol boş zamanın olması demişlerdi.. Türkiye’de bu soruyu soracak olsak, büyük ihtimalle ekonomik, siyasi ve toplumsal baskılardan özgürleşmek cevabı öne çıkardı. Yani para ya da rahatlamak değil de önünü görebilmek, liyakate dayalı bir iş bulabilmek, aile baskısından, toplum baskısından uzak alanlarımızın olması, hayat tarzları arasında seçim yapabilmek gibi şeyleri söyleyeceklerdir. Bu kültürel mesela. Amerikalıların cevabı bize tam olarak uymuyor. Ama negatif özgürlük genel çerçevede, dünyada son kırk yıldır en yaygın özgürlük anlayışı.

O zaman aslında özgürlüğün tanımını tek bir şeye de sığdıramayız? Çünkü kültürden kültüre de farklılık gösteren bir yanı var.

Farklı yanları da var, benzer yanları da. Mesela hepsini tek bir negatif özgürlük çerçevesinde birleştirirsek, güç sahibi olmak gibi çok genel bir tanım verebiliriz. “Özgürlükle güç arasında nasıl bir ilişki var?” diye sormuştunuz. İnsanların çoğu güç sahibi oldukça daha özgürleştiğini hissediyorlar. Ama hangi güçten bahsediyoruz? Birisi başkalarına tahakküm kurma gücü. Ne kadar kişi benim emrinde çalışırsa o kadar güçlüyüm diye bir fikir var. Ama ikincisi de yapabilme gücü. Spinoza’dan bir örnek vereceğim. Potentia ve potestas ayrımından bahsediyor, iki farklı güç var. Potentia, yapabilme gücü denen şey. Dünya ile farklı bağlar kurabildikçe kendinizi güçlenmiş hissedersiniz, farklı rolleriniz, ilişkileriniz oldukça serpilirsiniz. Kimseyi sömürmeniz gerekmez güçlü hissetmek için.  Tamirat da yaparım, bahçeyle de uğraşırım, piyano da çalarım. Bu sizi güçlenmiş hissettirir. Halbuki potestas, bir şeyler üstünde tahakküm kurmak, iktidar ilişkisi anlamına geliyor.  Çünkü ne kadar çok kişi bana saygı duyarsa, korkarsa, beğenirse kendimi onlardan üstün hissederim. Ve başkalarıyla eşit olmak aslında bunu engelleyen bir şey olduğu için eşitlik istemem, hakim olmak isterim. Bambaşka özgürlük anlayışları bunlar. İlki pozitife yakın, “birlikte yapabiliriz”. Birlikte bir orkestra ya da bir müzik grubu kuralım. İkincisi “ben lider olacağım, siz de beni takip edeceksiniz”. “En özgür benim, sizler itaat edeceksiniz.”

İkisinin de özgürlük anlayışına göre, güçlendiğinde bir nevi özgürlüğüne de kavuşmuş oluyor aslında?

Evet ama bambaşka tür güçler. Birisi rekabetçi olmayan bir güç var. Mesela sevgi ve bilgi paylaştıkça azalmaz, artar. Geri kalan çoğu şey paylaştıkça azalır diye bir fikri var Erich Fromm’un. 

Erich Fromm demişken, “Özgürlükten Kaçış” kitabında, insanların artık git gide sorumluluktan ve özgürlükten kaçtığı ve bu yüzden de bir öndere itaat etme eğiliminin arttığından bahsediyor. Türkiye için bunun biraz daha değişmeye başladığını öngörebilir miyiz? Çünkü bunun ne denli kötü sonuçlar doğurabileceğini gördük. O yüzden artık özgürlükten kaçtığımız değil de özgürlüğe kaçmaya başladığımızı söyleyebilir miyiz?

Bence söyleyemeyiz. Özgürlükten kaçış, sorumluluktan kaçış, kendi hayatının öznesi değil nesnesi olmakla alakalı bir şey. Biz bir lideri başka bir liderle değiştirdiğimiz zaman hala sorumluluktan kaçıyoruz. Halbuki Rousseau’nun dediği doğruysa, eğer siz kendi özgürlüğünüzü herhangi bir politik lidere devrediyorsanız, “o bizi iyi yönetir” dediğiniz anda özgürlüğünüz bitiyor. Sürekli sizin denetlemeniz ve yönlendirmemiz lazım. Devletlerin, vatandaşların hizmetinde olmasının tek yolu, rotayı belirleyenin vatandaşlar olması ve inisiyatif almalarından geçiyor.

Peki bu denetleme nasıl olabilir, yasalar dışında?

Şöyle olabilir, mesela bir belediye başkanı seçtiğimizde, belli vaatleri olan iki aday oluyor. Birisi daha fazla yeşil alan ve bisiklet yolları vaad ediyor ve seçiliyor. Ama yıllar geçiyor ve bu konuda hiçbir uygulama yapmıyor. O zaman “işte bunları yerine getirmediniz, biz de sizi görevden alabiliriz seçimleri beklemeden” demek ya da bir baskı grubu oluşturmamız mümkün. Hükümetler için de öyle. Ama artık hükümetler vaatlerde dahi bulunmuyorlar. Amerika’dan örnek vereyim, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar aşağı yukarı aynı şeyleri vaad ediyorlar. Daha güvenli bir ülke (yasa ve düzen). Kim güvenlik vaat ederse seçmen onlara oy veriyor. Halbuki bir taraf dese ki, “biz size İskandinavyadaki refah devletinin sağladığına benzer bir sosyal adalet ve özgürlük vaat ediyoruz; petrol lobisinin tehditlerine boyun eğmeyip temiz enerjiye geçişi 5 yıl içinde tamamlayacağız”, ötekisinin vaadi de daha sıkı güvenlik önlemleri olsa o zaman gerçek bir seçim yapabilecek vatandaşlar. Hayatımızı doğrudan etkileyen konularda, varoluşsal seçimler yapabilme hakkımız elimizden alınıp, bunun yerine oyalanacağımız tüketicilerin seçim özgürlüğü allanıp pullanıyor. 

(Devamı bir sonraki yazıda.)

Yorum bırakın