
Selam, bu yazıma koyduğum başlık seni hangi düşünceden yakalayıp okumaya teşvik etti bilmiyorum, ama merak ediyorum: ‘bilinmeyene olan nefret’ ifadesi sende neler uyandırıyor?
Bilinmeyen şeyler dünyası çok geniş; uçsuz bucaksız. Çocukluğumuzu düşünelim, ailemiz dışındaki dünya nasılda yabancı ve korkulu bir bilinmezlik gibi gelirdi değil mi? Hepsi birer tehditmiş gibi. Güvenli ve bizi koruduğuna inandığımız alan, ailemizle sınırlıydı; onları biliyor ve tanıyorduk.
Aileyi bir mağaranın sağladığı karanlık ve sıcaklık olarak düşünelim, kendimizi de o mağarada, mağaranın karanlığına ve ısısına sığınan küçük yavru yarasalar olarak tasvir edelim. O küçük mağara zamanla içe doğru genişliyor, alanımız genişliyor ve biz de büyüyoruz artık yavru bir yarasa değiliz. Akşam vakitlerinde, güneş battığında dışarı çıkıyor ve sonrasında dolanıp geri geliyoruz, yuvamız olan mağaraya.
Mağara içe doğru genişlemeye devam ediyor, fakat biz artık gündüzleri de dışarıda olma isteği ve merakı içindeyiz, ama gündüze alışkın değiliz, bize sadece geceleri dışarı çıkmayı öğrettiler. Bize, gündüzün tehlikelerle dolu olduğunu ve gündüz vakti iyi göremeyeceğimizden ve iyi kamufle olmayacağımızdan bahsettiler. Bu sebeplerdendir ki, yarasaların duyma yetileri kadar gelişmemiştir görme yetileri, yarasalar, avcı olurken de av olmaktan kaçarken de görme yetileri sayesinde değil, duyma yetileri sayesinde avı avlayabiliyor ve av olmaktan kaçabilyorlar.
Tıpkı gündüzleri uyumaya ve mağarada saklanmaya eğitilmiş yarasaların renklere, dünyaya ve çevresine yabancılaşması gibi bir yabancılık yaşıyor çoğu toplumlar, hayatlar ve insanlar. Mağaralar, çok fazla mağaralar var. Her bir mağaranın içinde de başka bir toplum, her biri bir diğerine yabancı, görmüyorlar birbirilerini sadece duyuyorlar tıpkı yarasalar gibi kendi güvenli alanı dışında yaşamak istemiyorlar. Bilinmeyen ne varsa bilinmemeye devam ediyor.
Beni bu satırları yazmaya teşvik eden bir film (Bahoz/Fırtına) var, Kazım Öz’ün senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı bu film, Alevi Kürt bir gencin(Cemal) 90’lı yıllarda Dersim’den İstanbul’a gelip üniversite okuduğu o dönemin içinde yaşanan ırkçılığı, ayrımcılığı, asimilasyonu ve işkenceleri gösterip, Cemal’in dönüşümüne ve kendi kimliğine yakınlaşmasına olan etkilerini ele alıyor. Bir Kürt genç kadın olarak, ana karakterle yakın bir ilişki kurabilmiş ve kendimi hikayenin içinde görebilmiş biri olarak, filmin beni ne kadar etkilediğini bu şekilde ifade edebilirim sanırım. Filmi izlerken çocukluğumdan bu yana yaşadığım ırkçı yaklaşımlar bir yana çeşitli azınlık ve mağdur grupların mücadelesini de derinden hissettim. Ve bana hep aynı sorgulamayı yaşattı: bilinmeyene olan nefret.
Bilinmeyene olan nefretin önce bir öfkeden doğduğunu düşünüyorum, beynimizin o bilinmeyeni bir şekilde açıklayamaması ve herhangi bir mantıklı bir sonuca varamamasından paniğin getirdiği bir öfke yaşıyoruz. Bu ilkel güdü, zamanla insanlıkta nefrete dönüştü, bilinmeyene olan nefret. Tanımıyoruz, tanımaya çalışmıyoruz; konuşmuyoruz, öğrenmek istemiyoruz. Çünkü nefret etmek ve suçlamak çok daha pratik ve kolay. Ve biliyor musunuz, bunu kendimize dahi yapıyoruz. Kendi içimizde doğan bir duyguyu saptayamıyoruz, ne olduğunu anlamdıramıyoruz. Öylece geçip gitmesini veya o duyguya kapılıp bizi oradan oraya sürüklemesine izin veriyoruz henüz o duygunun neden kaynaklandığını dahi bilemeden. Doğan Cüceloğlu’nu okuyorum şu sıralar ve her zaman şuna değiniyor: iletişim, gerek kendinle gerek çevrenle… Mutluluk duygusu dahi bir yabancılık hissiyatı verebilir, durup neden buna şu anda bu kadar mutluluk duyuyorum yoklaması yaptığından bahsediyordu Cüceloğlu.
İletişimde olmadığımız sürece kendi duygularımız karşısında bile yabancılaşabilidiğimizi görebiliyoruz, bir de bunu hiç bilmek ve tanımak istemediğimiz toplumlar ve topluluklarla olan çatışmalar için düşünelim: Ortaya çıkan ırkçılığın, ayrımcılığın ve nefret dilinin yine iletişimsizlikten olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet, öyle olduğunu düşünüyorum ben.
Cahil toplumların en belirgin özelliği diğer toplumlar hakkında olur olmadık ve basbayağı yalan yanlış hikayeler uydurmasıdır, çünkü gerçekten o diğer toplumları bilmek ve tanımak istemezler. Farklılık görmek, farklı yaşamlar görmek, farklı inançlara şahit olmak cahil toplumların en büyük korkusudur. Çünkü başta da dediğim gibi, bilinmeyene olan korku ilkel bir güdü, şimdiki insanlıkta bu korku duygusunun yerini nefret almış durumda. Cahil toplumların farklı dinlere, ırklara, hayat tarzlarına olan nefreti büsbütün bundandır; tanımak, bilmek istememeleridir.
Mücadele, çokça mücadele. Çetin bir mücadele, hakkını savunmak, var olduğunu haykırmak, kendini onlar istemese de onlara tanıtmak ve kabul ettirmek.
Film her ne kadar 90’lı yılları anlatıyor olsa da günümüzde halen devam eden ırkçılığın, nefret söylemlerinin ve tehditlerin var olduğunu söylemek mümkün. Dilerim, bir insanın onurlu yaşam hakkı için canından olması gerektiği bir dünya son bulur.
Belgin Kılınç
