1894’te Fransa’da, yüzyıllar sonrasında dahi tartışmalara konu olacak bir olay yaşanır. Fransız ordusunda görev yapan Yahudi asıllı Yüzbaşı Alfred Dreyfus, ‘Almanya için casusluk’ yaptığı iddiasıyla tutuklanır. Yapılan suçlamanın delili ise, Almanya Büyükelçiliği’ndeki çöp kutusundan çıkarılan yarısı yanmış bir kâğıtta (bordro) bulunan ‘D’ harfidir. Bilirkişi raporlarının kağıttaki yazı ile Alfred Dreyfus’un yazısının eşleşmediğini söylemesine rağmen, Dreyfus müebbet hapse mahkûm edilir ve Şeytan Adası’ndaki bir hapishanede tecrite gönderilir. 1896’da, dönemin istihbarat şefi Yarbay Georges Picquart’ın araştırmaları sonucu, bordronun Fransız ordusunda görev yapan Binbaşı Easterhazy’e ait olduğu ortaya çıkar. Bunun üzerine, dava tekrar gündeme getirilir ve yapılan yeniden yargılama neticesinde Easterhazy beraat ettirilir. Soruşturmanın anti-semitist bir yargılamaya dönüşmesi ve adaletsizliğe yol açması yaşananları siyasileştirir. Yazar kimliğinin yanı sıra bir insan hakları savunucusu olan Emile Zola da duruma kayıtsız kalamaz ve L’Aurore gazetesinde, dönemin cumhurbaşkanına J’Accuse…! (Suçluyorum…!) başlıklı açık bir mektup yazar.
“Bu utanç verici gösteriyi izliyoruz, borçlar ve suçlar altında ezilmiş kişiler suçsuz ilan ediliyor; buna karşılık, onurun ta kendisi, yaşamı lekesiz bir adam cezalandırılıyor. Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürümeye başlamış demektir. … Ah! Burada çalkalanan bütün çılgınlıklar ve saçmalıklar, çılgınca düşlemler ve bayağı polis uygulamaları, engizisyon ve zorbalık töreleri, çizmeleriyle ulusun üstüne basarak yalancı ve saygısız devlet nedeni bahanesi altında gerçek ve adalet çığlığını gırtlağına tıkayan birkaç yıldızlının keyfince davranması!”(1).
“Suçladığım insanlara gelince, onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var, ne kinim. Benim için birer kendilikten, toplumsal kötülük ruhlarından başka bir şey değiller. Burada yerine getirdiğim edimse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca. … Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.”(2).
Zola’nın yazısı Fransa’da çok ses getirir, hatta gazete birkaç saat içinde üç yüz binden fazla satar. Yazı o kadar etkili olur ki, Zola hem halk arasında hem de aydınlar arasında yoğun bir destek görür. Öte yandan, birçok kesim tarafından da ağır hakaretlere ve suçlamalara maruz kalır. Zola’ya ‘orduya hakaret’ten dava açılır ve bu dava sonucunda bir yıl hapis ve para cezası verilir.
Hiçbir siyasetçi ve siyasi ideolojinin kalıcı olmadığı gibi, Fransa’da da yıllar geçer, hükümetler değişir ve Dreyfus davası tekrar gündeme gelir. Yarbay Picquart’ın soruşturmaları sonuç verir ve Easterhazy suçunu itiraf ederek hapse girer. 1906’da, suçlanmasının ve tutuklanmasının üstünden tam 12 yıl geçtikten sonra, Alfred Dreyfus beraat ettirilir. Emile Zola ise Dreyfus’un beraatine şahit olamadan, 29 Eylül 1902’de evinde ölü bulunur. Adaletin yerini bulması için verdiği cesur ve entelektüel mücadelenin ‘kazanıldığını’ göremeden gitmiştir.
“En büyük olaylarla en büyük düşünceler -en büyük düşünceler zaten en büyük olaylardır- ancak sonradan anlaşılır. Çağdaş kuşaklar bu olaylarla değil de onların yanı sıra yaşarlar. Yıldızlar için de durum aynıdır. En uzak yıldızlar insanlara en son ulaşırlar ve onlar ulaşmadıkça da insanlar orada bir yıldız olduğunu inkar ederler.”(3).
Dreyfus Davası bir sembol olur ve benzer hadiseler yaşandığında -ki sık sık yaşanır- davaya atıflar yapılır. Olanların üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, insanlık suçsuz insanları hapse atma hastalığından kurtaramamıştır kendisini. Dreyfus’ların sayısının on binler, yüz binler olduğu bir ülkede, ne yazık ki her Dreyfus’a bir Zola düşmez. Bu o kadar acı bir gerçeğe dönüşür ki, insanı diğer gerçekleri düşlemekten ve hatırlamaktan alıkoyar. Halbuki gerçek, kendini hatırlatmak için unutmamış zihinlere ihtiyaç duymaz ve yürümeye devam eder. Yürüyüşünün ayak seslerine kayıtsız kalanların sonu da hep benzer olmuştur ve birbirini tekrarlayan tarihi döngüler içerisinde yalnızca kara bir leke olarak kalmıştır.
Peki bu kara lekelere rağmen insanlık umudunu nasıl koruyabilir ve yaşananları olumlamak için bir sebep bulabilir? Bu noktada, Emile Zola’nın çağdaşlarından Friedrich Nietzsche’nin fikirleri bu soruya bir yanıt bulmamızda yardımcı olacaktır. Nietzsche’nin yaşanan olumsuzluklara, haksızlıklara karşı her daim olumlama çabasında olması; günümüzde yaşanan maddi ve manevi büyük yıkımların karşısında, neden ve nasıl mücadele edileceğine dair önemli fikirler vermektedir bizlere. Nietzsche, her ne kadar nihilizm düşüncesiyle birlikte anılsa da sanıldığının aksine yaşamı olumlamayı seçen bir felsefesi vardır. “Nietzsche, felsefesinin amacını düşünceyi nihilizmden ve onun biçimlerinden kurtarmak olarak ortaya koyar. Bu, yeni bir düşünme biçimini, düşüncenin bağlı olduğu ilkenin kendisinin düzeltilmesini, bir ‘dönüşüm’ü içerir.”(4).
***
Ouroboros: kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş yılan şekli. Doğanın ebedi döngüsünü ifade eder.
“Neden olumlama olumsuzlamadan yeğdir? Göreceğiz ki çözümü ancak ebedi dönüş deneyimi sağlayabilir: Geri dönen, geri dönmeyi kaldırabilen, geri dönmek isteyen yeğdir ve mutlak olarak yeğdir.”(5). Nietzsche, öne sürdüğü bengi dönüş kuramı ile hiç dışına çıkamayacağımız ve dahası çıkmak istemeyeceğimiz bir ebedi dönüşten bahseder. Bu dönüş, aynıların sürekliliği anlamında değil, aksine kendisini çeşitlilikle anlamlandıran ‘bir’i ifade eder. Felsefesinde önemli bir yeri olan amor fati ile birlikte ise, bu ebedi dönüşü nasıl olumlayacağımızı, nasıl seveceğimizi anlatır.
Post-klasik Latince’de amor, sevmek; fātī ise kader anlamına gelmektedir. Yani Türkçe’ye kader sevgisi (love of fate) olarak çevrilebilir. Amor fati, Nietzsche’den yirmi asır önce, ilk olarak Stoacı filozofların kullandığı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan olumsuz ve kötü olayların, aslında sadece olması gerektiği için olduğunu kabullenme, seçim alanı dışında yaşananları olumlayarak yorumlama felsefesi demektir kısaca. Epiktetos, Aurelius, Seneca gibi filozoflar, erdemli yaşamanın yolunu amor fatide bulmuş, hayatlarını ona göre şekillendirmişlerdir. Nietzsche için ise, amor fati pasif bir kabullenişten ziyade aktif bir seviştir: “Olumlamak sorumluluğu üzerine almak, olanı kabul etmek değil, yaşayanı yükünden kurtarmak, özgür kılmaktır.”(6).
Amor fati, kendini insanda olumlayan varlık ile varlığı olumlamayı öğrenen insan arasında bir köprü kurar. Fakat insan var olmakla yetinmez ve Nietzsche’nin güç istenci ile birlikte güçlü bir varoluş sergilemek ister. “Kendisine kurulu değerlerin atfedilişinin düşünü kuran bir istenç imgesine karşı, Nietzsche istemenin yeni değerler yaratmak olduğunu söyler.”(7). Bu öğretisiyle Nietzsche güç istencine canlı, hareket eden ve insanı dönüştüren bir işleyiş verir. Bengi dönüşün içindeki insan, yıkmayı seçtiklerinin üstüne kendi güç istenciyle birlikte yeni olanı inşa ederek üstinsana (übermensch) ulaşır. Nietzsche, amor fati ve güç istenci arasındaki döngüsel ve devinimsel uyum ile bengi dönüşü bir’leyerek insana bir üst benlik ve yeni bir oluş kazandırır. Nietzsche için oluş yasası, adalet ve varlık olarak ebedi dönüştür. Ebedi dönüşün belleğine dönüp bakıldığında, dengeyi kuran adaletin ne denli önemli olduğu görülmektedir. “Belki de insanın tarih-öncesinde, onun bellek tekniğinden (mnemotechnique) daha endişe verici bir şey yoktur… İnsan, kendisine bir bellek yaratmayı gerekli gördüğünde, bu her zaman işkenceler görmek, kanlı kurbanlar vermek pahasına oluyordu.”(8).
***
Goethe’nin Faust adlı eserinde geçen şu cümle, güç ile adalet arasındaki ilişkiyi daha anlamlı kılmaktadır: “Kuvvete dayanamayan adalet aciz, adalete dayanamayan kuvvet zalimdir.” Adil olmayan insanların güçlü, güçlü olmayan insanların adil olduğu bir yerde, güçlü bir varoluş sergileyemez adalet. Bir taraf eylemlerinden sorumludur, diğer taraf ise eylemsizliklerinden. Böyle bir durumda Dreyfus’ların çoğalması gayet doğaldır. İşin ironik tarafı ise şudur ki, bu ortam Zola’lara da zemin hazırlar, adil olan insanları güçlü kılar. Oluşu sekteye uğratan zihniyet ve şahsiyetlerin gücü karşısında, adaleti tesis edecek gücün imkanını tanır (9). “Ne kadar garip gözükürse gözüksün, özgürlük, incelik, gözüpeklik, dans ve kendinden eminlik adına varolan ve şimdiye dek varolmuş her şey, ancak keyfi yasaların zorbalığı altında ortaya çıkmıştır.”(11).
Adalet ile güç arasındaki bu dengeyi her bozuşunda, üstinsan ne kadar yukarılardaysa, bir o kadar aşağılara inmiştir insan. Hem adil hem de güçlü olup içsel dengeyi sağladığı bir gün, belki kendisini döngünün dışında bulabilecek ve üstinsana ulaşabilecektir. İşte o zaman, merkezdeki çekim kuvvetinden kopmuş ya da koparılmış bir yıldız gibi ışığını hiçbir şey durduramayacak ve gerçeğe her zamankinden daha yakın olacaktır. Çünkü Nietzsche için oyunun formülü şudur: “İçimizde taşıdığımız kaosla dans eden bir yıldız doğurmak.”(12).
***
Son olarak yazıyı, Emile Zola’nın açık mektubunda geçen şu ifade ile bitirmek istiyorum:
“En şiddetli kesinlikle yineliyorum: Gerçek yürüyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Bir yanda ışığın doğmasını istemeyen suçlular; öbür yanda, ışığın doğması için canlarını verecek doğrucular. Gerçek, toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İlerisi için yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz.”(13).
Eslem Kınay
DİPNOTLAR
- Emile Zola, Suçluyorum, Çev. Tahsin Yücel, Koç Kültür Sanat ve Tanıtım Hizmetleri, İstanbul 2002, ss. 37-41.
- Emile Zola, Suçluyorum, ss. 47-48.
- Friedrich Nietzsche, Aforizmalar, Çev: Ali Akdeniz, Babil Yayınları, İstanbul, 2003, s.126.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, Çev: Ferhat Taylan, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2021, s. 53.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 111.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 223.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 109.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 165.
- “En nüfuzlu üzerine: Bir insanın yaşadığı çağa karşı direnişi, onu kapısından içeriye sokmayışı, ondan hesap soruşu zorunlu olarak nüfuz yaratır. Fakat o insanın bunu istemesi önemli değildir, bunu yapabilmesi önemlidir.” (10)
- Friedrich Nietzsche, Seçilmiş Düşünceler, Çev: Samih Tiryakioğlu, Çaba Yayın Dağıtım, İstanbul, 2009, s. 40.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 136.
- Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 47.
- Emile Zola, Suçluyorum, s. 44.
KAYNAKÇA:
DELEUZE, Gilles. Nietzsche ve Felsefe. Çev. Ferhat Taylan. İstanbul: Norgunk Yayınları, 2016.
NIETZSCHE, Friedrich. Aforizmalar. Çev. Ali Akdeniz. İstanbul: Babil Yayınları, 2003.
NIETZSCHE, Friedrich. Güç İstenci. Çev. Nilüfer Epçeli. İstanbul: Say Yayınları, 2017.
NIETZSCHE, Friedrich. Seçilmiş Düşünceler. Çev. Samih Tiryakioğlu. İstanbul: Çaba Yayın Dağıtım, 2009.
ZOLA, Emile. Suçluyorum. Çev. Tahsin Yücel. İstanbul: Koç Kültür Sanat ve Tanıtım Hizmetleri, 2002.